Site icon Söz Gazetesi

TÜRKİYE’NİN ORTA ASYA TÜRK CUMHURİYETLERİ İLE İLİŞKİLERİNİN DÜNÜ, BUGÜNÜ VE YARINI / Ahmet Taşağıl

En azından XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünya yüzünde hakim olan sömürge siyasetinin katkısından da olsa gerek,  Türk kökenli halklar kavramı uluslararası siyaseti meşgul etmeye başlamıştır. Günümüzde  jeopolitik konumu, yeni ve geniş bir pazar oluşu, sahip olduğu enerji ve çok zengin hammadde kaynakları yüzünden bütün dünyanın özellikle gelişmiş büyük devletlerin gözünün Orta Asya’da olduğu bir gerçektir. Türkiye’nin de Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerini geliştirmesi uluslararası hukuk ve diplomasi açısından gayet normaldir. Ancak, Türkiye’nin tarihin derinliklerinden gelen bağlar dolayısıyla farklı bir konumu vardır. Her şeyden önce yaklaşık 250-300 yıl önce Batı ilim dünyasında başlayan çalışmalarla da açıkça ispatlanan ortak tarih ve köken söz konusudur[1]. Zaten Türklerin XI. Yüzyılda Anadolu’ya gelişinden itibaren hiçbir dönemde (yaklaşık 1000 yıl) ilişkiler kesilmemiştir. Belki 1924’lerden itibaren 70 yıl sekteye uğradığı söylenebilir. Ama Orta Asya-Türkiye bağlantısı en azından bilim dünyasında hiç  gündemden düşmemiştir.[2]

Bu incelemede önce Türk tarihinin derinliğinden bahsettikten sonra Anadolu’ya gelişle birlikte başlayan Türkiye-Orta Asya ilişkilerinin  tarihi seyri açıklanmaya çalışılacak,  sonunda geleceğe yönelik bazı projeksiyonlar yapılacaktır.

1-Tarihi Derinlik:

Bazı yazılı  kaynaklara[3] ve arkeolojik bilgilere göre Türk tarihi M.Ö.2500’lere kadar gidebilmektedir. Ancak, M.Ö. 1700’lerden itibaren artık bilgiler daha belirginleşmeye başlar. Dolayısıyla Türk topluluklarının tarihini biz de daha iyi takip edebiliriz. En eski Türk yurdunun arkeolojik belgelere göre Güney Sibirya’da  Abakan bölgesinde olduğunu söylemek mümkündür. M.Ö.1700’lerden başlayarak çeşitli Türk toplulukları önce Orta Asya’nın sonra Çin’in, Avrupa’nın ve Ön Asya’nın geniş alanlarına yayılmışlardır. Bu yayılmalar birer basit göç hareketi olmayıp kitleler halinde planlı şekillerde gerçekleşmiştir. Genel bir bakışla M.Ö. devirlerde yedi, M.S. devirlerde on üç büyük göç hareketi vardır.  Göçler neticesinde  Türklerin yaşadığı alanlar, Orta Avrupa’dan Mançurya’ya, Sibirya’nın en kuzey doğu ucundan Anadolu’ya hatta Suriye ve Mısır’a kadar uzanmıştır. Ana hatlarını çizmeye çalıştığımız bu alanlarda kurulan farklı adlar altındaki Türk kökenli devletler ve yaptıkları etkiler dünya tarihçilerince çok iyi bilinmektedir. Bu konularda yüzlerce makale ve kitap yayınlanmıştır.

Göçlerin iki büyük temel sebebi vardı: Birincisi yabancı güçlerin baskısına boyun  eğmeyen Türk topluluklarının bağımsızlıklarını sürdürecekleri alanlara gitmeleri, ikincisi kuraklık, kıtlık, otlak yetersizliği, nüfusun fazla artması yüzünden ortaya çıkan ekonomik sıkıntılardan kurtulmaları[4].

Orta Asya’da M.Ö.III. yüzyıl sonlarına gelindiğinde Büyük  Hun İmparatorluğu tarih sahnesinde belirgin hale geldi ve M.Ö. 209 yılından itibaren bölgenin en büyük gücü seviyesine yükseldi. Yaklaşık beş asır Orta Asya’da  hakim güç oldu. 542’de tarih sahnesine çıkan Gök-Türkler, 552 yılında bağımsızlıklarını resmen ilan edince Türk adını taşıyan ilk devlet kuruluyordu. Bu yüzden Bizans tarihi kaynaklarında Orta Asya, Türkiye olarak anılacaktır. Gök-Türklerin 744’te siyasi varlıklarını kaybetmelerinden sonra Uygurlar ön plana çıktı. 840’ta onlar da yıkıldılar. Yerlerini alan Kırgızlar, 920’li tarihlerde bölgeyi Kıtanlara terk edince,  Orta Asya’nın doğusundaki Orhun bölgesinde Türk kökenli boyların üstünlüğü sona erdi. Artık Batı Orta Asya(Türkistan), Doğu Avrupa ve Ön Asya, Türk topluluklarının ağırlık merkeziydi.  Zaten 350’li yıllardan itibaren her yüzyılda en az bir defa olmak üzere,  Doğu ve Orta Avrupa, hatta Balkanlara Türk göçü olmuştur. Yani Karadeniz’in kuzeyindeki geniş alanlarda, Kafkaslar ve Balkanlarda, XIII-XVI. yüzyıllara kadar doğudan gelen  Türk kökenli devletler kurulmuştur. Çok geniş alana yayılan eski Türk topluluklarının varlıklarını kaybetmemesinin sebebi hiç şüphesiz boylar halinde yaşamaları ve boy teşkilatlarının sağlamlığıdır.

2-Anadolu’ya Geliş , Osmanlı Devleti ve Başlayan  İlişkiler Süreci:

XI. asırdan itibaren Sır Derya boyundaki Oğuz(Türkmen) kütlelerinin Selçuklu hanedan üyelerinin idaresi altında  İran coğrafyasına kaymaları neticesinde Türk tarihinin seyri değişiyordu. Kısa zaman içinde hemen bütün Ön Asya, Türklerin yeni yurdu olurken  özellikle 1071’de Malazgirt Savaşının kazanılması Anadolu’nun kapılarını tamamen Türk topluluklarına açıyordu. Büyük Selçuklu Devletinin zayıflayıp  yıkılmasıyla birlikte ondan kopan Türkiye Selçukluları ile yeni vatanlarında ilk ciddi devletlerini meydana getirdiler. Zaten  ilk andan itibaren irili-ufaklı beylikler ile  Anadolu’nun doğusu tamamen Türkleşmiş oldu. Daha  sonra Türkiye Selçuklu devletinin yerini de Osmanlı İmparatorluğu aldı.[5]

Türk tarihinin ağırlık  merkezinin bu şekilde Anadolu başta olmak üzere Ön Asya ve Balkanlara kaymasına rağmen Orta Asya ile ilişkiler her alanda devam etti. Hatta Anadolu’ya gelen bazı Türk topluluklarının Azerbaycan’a ve Horasan’a geri döndükleri bilinmektedir[6]. Yine Maveraünnehir ve Horasan’dan bir çok alim Anadolu’ya gelmişti. Kafkasların kuzeyinden de bazı Türk grupları   Anadolu’ya  giriş yapmışlardır. XIII. Yüzyıldaki Moğol istilasından  sonra kurulan Timurlu Devleti zamanında Akkoyunlu ve Safevî devletleriyle birlikte Osmanlılar ile doğudaki diğer Türk devletleri arasında bir siyasi rekabet ortamının doğduğunu görüyoruz. Safevîlerle  aradaki mezhep ayrılığı yüzünden yüzyıllar süren düşmanlıklar olduğu bilinmektedir.  Türkistan ve diğer Türk grupları ise Timurluların[7] ve Altın Orda Devletinin güçlerini kaybetmesinden[8] sonra kurulan hanlıkların, Osmanlı ile rekabet edecek her hangi  bir   durumları söz konusu olmadığı gibi bilakis ondan yardım ister  hale geldiler. Aynı sıralarda (XVI. Asırda) Türkistan büyük bir ekonomik bunalım geçirdi. Özellikle Avrupa’dan Uzak Doğu’ya ulaşan İpek ve Baharat yollarının artık, Türk ülkeleri yerine güney denizlerine kayması,  Türkistan’ı derinden etkileyen en önemli  sebepti.  Diğer taraftan aynı sıralarda girilen siyasi, diğer ekonomik ve sosyal bunalımlarının da geri kalmada önemli etkenler olduğunu söylemek gerekir(nehirlerin yatak değiştirmesi vb. sebepler de ilave edilebilir)[9].

Bunun yanında Orta Asya’da Timurlulardan  sonra   herkesi birleştirecek bir devlet bir daha kurulamadı.  Orta Asya’nın   her yerinde ve Kafkaslar, Karadeniz kuzeylerinde küçük hanlıklar, hatta beylikler ortaya çıktı. Bu küçük siyasi oluşumlar birbirleri ile mücadele etmekten yaklaşan Rus ve Çin tehlikesinin  farkına varamadıkları gibi, yaklaşık bir buçuk asır Orta  Asya’yı kasıp kavuran Kalmuk istilasının farkına varamadılar.

Osmanlı İmparatorluğu ise Karadeniz kuzeyindeki Kırım Hanlığını kendine bağlamayı başarmıştı. Ancak, Safevî engelinden de olsa gerek, Orta Asya   Türklüğü ile fazla ilgilenmedi. Yönünü çevirdiği batıya dikkatini öylesine vermişti ki, 1552 yılında ahalisi Türk ve Müslüman olan Kazan Hanlığının işgalinin kendi kudretinin zirvesinde bulunduğu sırada gerçekleşmesi karşısında bir şey yapmadı.  Halbuki, Rusya’nın yüzyıllar sürecek olan planlı  yayılmasının ilk adımı idi. Aynı asrın ikinci yarısında kazılmaya teşebbüs edilen, ancak başarısız olunan Don-Volga Kanalı  Projesi Anadolu-Orta Asya bağlantısının daha  sağlam ve güvenli hale  gelmesini engelleyen bir başka sebepti. Eğer bu proje gerçekleşseydi, mutlaka  Orta Asya-Türkiye ilişkileri çok farklı gelişecekti.[10]

1501 yılında Altın Orda neslinden gelen bey olan Şeybani’nin Buhara Hanlığını kurması ile Orta Asya- Osmanlı ilişkileri yeni bir boyut kazanmıştır. Çünkü her iki devlet de Safevi İran’a mezhep farklılığı ve siyasi durum yüzünden rakipti. 1510’da Merv  yakınlarındaki savaşta adı geçen hanın öldürülmesini Türkistan için adeta parlayan bir yıldızın sönmesi gibi değerlendirmek yanlış olmaz. Nitekim bundan sonra büyük devlet kurma projesi böylesine gündeme gelip gerçekleştirilmeye çalışılmamıştır.[11]

1514’te Çaldıran savaşının Osmanlılar lehine sonuçlanmasından sonra Osmanlı-Orta Asya  resmi yazışmaları başladı. Daha sonra Buhara hanı Abdüllatif’in yardım talebi üzerine Kanuni Sultan Süleyman, 300 yeniçeri ile topçu ve topları adı geçen hana göndermişti.[12] Bu asır içinde Osmanlıların yardımları çeşitli şekillerde devam etti. Ancak, artık  Safevî tehlikesinin yanına bir de Rus tehlikesi katılmıştı.

Şartlar ne olursa olsun,   Osmanlı Devletinin saygınlığı hanlıklar nezdinde daima yüksek seviyede sürmüştür. Osmanlı padişahlarının aynı zamanda hilafeti temsil etmesi ve mukaddes topraklarda Osmanlı hakimiyetinin bulunması, hanlıkları Osmanlıya yaklaştıran bir başka faktördü. Türkistan hacılarının  emniyeti içinde sık sık Osmanlıya başvurdukları bilinmektedir. Rus istilasından sonra dahi Türkistan ahalisi Hicaz Demir yolları için para toplayıp, Demiryolları İane Komisyonuna göndermiştir. Şu bir gerçektir ki; her türlü siyasi kopukluğa rağmen Türk Dünyasını oluşturan halklar arasındaki kültürel ve bilimsel ilişkiler her zaman canlı olmuştur. Bunun edebî alanda en iyi örnekleri Köroğlu, Dede Korkut Destanları ve Nasreddin Hoca Hikayeleri[13], Karacaoğlan’ın  yaygın olarak bilinmesidir[14]. İlim adamları zaman zaman her iki coğrafya arasında gidip gelerek, görüş alışverişinde hatta katkıda bulunmuşlardır. Astronomi bilgini Ali Kuşçu bunun en iyi örneklerindendir.

1792 tarihinde Yaş anlaşmasıyla Kırım’ın kesin olarak elden çıkması, siyasi ilişkilerde bir dönüm noktası olmuştur. Bu zamana kadar Osmanlılar, Hanlıkları Rusya üzerine sefere teşvik ediyorlardı. Ancak, Kırım gibi ahalisi Müslüman ve Türk olan toprak parçasının kesin elden çıkması  Osmanlı Devlet adamlarını derinden etkilemiş, daha doğrusu Rus tehlikesinin büyüklüğünü anlamışlar ve hanlıklara Ruslarla iyi geçinmelerini telkin etmişlerdi. XIX. Asrın başlarından itibaren Buhara, Hive ve Hokand Hanlıkları  arasındaki mücadele kızışınca yine İstanbul’a başvurmuşlardır. Doğu Türkistan’daki Kaşgar Hanlığı dahi Osmanlılardan yardım talebinde bulunmuştur[15].

Hokand Hanlığı  1865’te, Buhara Hanlığı 1868’de Hive Hanlığı 1873’te Ruslar tarafından işgal edildi. Doğudaki Kaşgar Hanlığı ise 1878’de tamamen Çinlilerin eline geçti. Bundan sonra da bütün Türk toplulukları arasında  kültürel ilişkiler, Orta Asya’da Sovyet Devriminin kesin hakimiyetine(1924) Doğu Türkistan’da yine 1949’da Komünist Çin yönetiminin işgaline kadar devam etti[16].

3-Rus İstilasından Sonra Orta Asya ile İlişkiler:

1851’de Kırım’da doğan İsmail Gaspıralı’nın faaliyetleri  Türk Dünyasında seçkin bir yere sahiptir. 1914 yılına kadar yaşayan Gaspıralı’nın faaliyetleri Türk Dünyasında  özellikle aydınlanma  açısından çok önemlidir. O, Usul-u Cedid mektepleri adı altında eğitim sistemini reforme ederek yeni metodlarla Türk topluluklarını cehaletten kurtarmayı hedeflemişti. Aynı şekilde Türk Dünyasının kalkınmasının “Dilde, fikirde ve işte birlik” sayesinde olacağına inanıyordu. Onun fikirleri ile yetişen Türk aydınlarından bir kısmı 1908-1910 yılları arasında Ruslardan kaçmak zorunda kalarak Türkiye’ye gelmişlerdir.Bunların başında Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali Bey gelmektedir.[17]

XX. yüzyıl başlarına kadar Rusya Türkleri için Osmanlı ülkesi, hem hilafetin bulunduğu bir İslam  devleti hem de zorda kaldıklarında göç edebilecekleri aktoprak olarak biliniyor ve kabul ediliyordu. 1883’te Bahçesaray’da Tercüman Gazetesinin yayın hayatına girmesiyle birlikte, Rusya Türkleri başta  Osmanlı ülkesi olmak üzere bütün İslam Dünyası hakkında düzenli haber alma imkanına kavuştular. Bundan sonra Rusya hakimiyetindeki Türklerin gözünde İstanbul cazibe merkezi haline geldi. Gaspıralı İsmail Bey’in kişisel çabalarıyla yürütülen “Umumî  Yazı  Lisanı” sadeleştirilmiş İstanbul Türkçesi idi.  1905 ihtilalinden sonra gelişmeye başlayan Türk basınının önemli bir bölümü de Tercümanın kullandığı sadeleştirilmiş İstanbul Türkçesini tercih etti. Böylece aradaki farkların giderilmesinde yani Rusya Türkleri ile Osmanlı Devletinin yakınlaşmasında ikinci önemli adım atılmış oldu. Bu suretle arada kurulan köprüden karşılıklı gidiş gelişler  başladı. Mirza Fethali Ahundzade, Gaspıralı İsmail Bey, Abdürreşid İbrahim gibi siyasi ve kültürel nitelikte temas için İstanbul’a gelenlerin sayısı XIX. Yüzyılın ikinci yarısında pek azdı. Bunun dışındakiler Hacca giderken İstanbul’a uğramakta idiler.  XX. Yüzyıla girildiğinde Cemiyet-i Hayriyeler ve Maarifperver Müslüman zenginleri, kabiliyetli  Türk çocuklarını öğrenim için İstanbul’a göndermeye başlamışlardı. Bunların çoğu Ruslardan gizlenmeye çalışılırdı. Daha sonra A.Cevdet gibi pek çok öğretmen İstanbul’dan Rusya’nın değişik şehirlerindeki okullara ve medreselere gönderilmiştir.  Diğer yandan 1905 yılı ihtilali ile birlikte başlayan Kongreler Dönemi Rusya Türklerinin Osmanlıya bağlılık hislerinin meydana çıkmasına vesile oldu.

1912 Balkan Savaşında Rus basınında çıkan Osmanlı aleyhindeki yazılara karşı, Tercüman, Vakit, Yuldız gibi  Rus hakimiyeti altındaki Türk basınında Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılar tarafından acımasızca katledilen Türklere dair haberler yer almaktaydı. Bu arada Vakit gazetesinin liderliğinde yardım kampanyası başlatılırken, yine İdil-Ural boylarından gelen çok sayıda Türk kızı hemşire olmak için müracaat etmişti.

1917 Bolşevik devriminden sonra Kırım’da, Azerbaycan’da, İdil-Ural’da, Türkistan’da Buhara’da, Başkurdistan’da genç Türk  cumhuriyetleri kuruldu. Bunlardan biri olan  Buhara Cumhuriyeti topladığı 100 milyon altın rubleyi  Cumhurbaşkanı Osman Hoca vasıtasıyla TBMM hükümetine ulaştırmayı hedefledi. Ancak, bunun çok azı  Rusya’nın el koyması yüzünden Ankara’ya gelebildi. Arkasından üç kişilik Buhara heyeti kıymetli hediyelerle birlikte Ankara’ya gönderildi. Mustafa Kemal Paşa, TBMM’de yaptığı konuşma ile  onlara teşekkür etti. Elçiler geri dönmek üzere yola çıktıklarında Buhara Cumhuriyeti, Kızılordu   tarafından işgal edilmişti.

Türk ülkelerinden ihtilal sonrası, bu cumhuriyetlerin idareci kadrolarından ve aydınlarından kurtulabilenlere Türkiye Cumhuriyeti kucak açtı. Ahmet Ağaoğlu,Yusuf Akçura, Sadrî  Maksudî Arsal, Abdulkadir İnan, Hamit Zübeyr Koşay, Reşit Rahmeti Arat, Akdes Nimet Kurat, Ahmet Caferoğlu, İsmail Ertaylan, Zeki Velidî Togan bunların önde gelenlerindendir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra bunlar devlet hizmetinde önemli görevler aldılar. 30 Ağustos zaferinden sonra Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdikleri kutlama telgrafı , onların Millî Mücadeleye  ilgisiz kalmadıklarını göstermektedir.[18]

             4-Millî Mücadele Atatürk ve Orta Asya İlişkileri:

Osmanlı İmparatorluğunda da II.Meşrutiyet sonrasında Türkler arasında milliyetçilik fikri gelişmeye başlamıştı. Türk birliği fikrine(Pan Türkizm) inananlar  iki guruba ayrılmakta idi. Birinci grubun önderliğini Yusuf Akçura ile Ahmed Ağaoğlu yapıyorlardı ve çoğunluğunu Rus esaretinden kaçan aydınlar temsil ediyordu. Bu grup  Türkler arasında hem siyasi hem kültürel birlik fikrini savunuyor ve bu yolda faaliyet gösteriyorlardı. Ziya Gökalp’in liderliğini  yaptığı ikinci grup ise Türklerin çok geniş bir coğrafyaya yayıldıklarını  söyleyerek sadece kültür birliğinin gerçekleşmesini istiyorlardı. Bu açıdan birinci grubun fikirlerinin I.Dünya savaşı sırasında ve sonrasında İttihat ve Terakki liderleri tarafından benimsendiğini ve sonunun hüsranla bittiğini söylemek mümkündür. II.Abdulhamit zamanında Pan-İslamizm ve arkasından gelişen Pan-Türkizm   hareketlerini gören Atatürk’ün, daha çok ikinci grubun yani Türkler arasında kültür birliği fikrine meyl ettiğini, istiklal harbi yıllarında ve cumhuriyeti kurduktan sonra takip ettiği kültür siyasetinde bunu açıkça görmekteyiz. Özellikle Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması ile Türkiye ile kültür  birliği için hem Türkiye hem Türk Dünyası Türklerinin dünü bugünü üzerinde bilimsel çalışmaları hedeflemiştir. Onun bu konuda verdiği bütün emirlerin doğrultusunda yapılan çalışmaların milletler arası hukuka ve insan haklarına uygun olduğu bilinmektedir[19].

Lenin’in önemli adamlarından Zinoviev, 1920’de Azerbaycan’ın petrolü Türkistan’ın pamuğu olmadan yapamayız diyordu[20]. Bu sözler, Sovyetlerin Orta Asya’ya bakış açısını  yansıtmaktadır. Nitekim, kısa süre sonra tamamen işgal etmişlerdir.

Aslında daha 15 Eylül 1918’de Nuri Paşa kumandasındaki Türk ordusu Bakü’ye girdiğinde bir Türkistan Heyeti oraya gelip yardım talebinde bulunmuştur[21].

Kurtuluş savaşının en zor anlarında 1920 yılının sonlarında Hariciye Vekili Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet Moskova’ya Sovyetler nezdinde elçiliğe gönderilirken, daha sonra Mustafa Kemal Paşa ile Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti  , Ali Fuad   Paşa’yı olağanüstü elçi olarak Moskova’ya yollanması dolayısıyla meclisteki görüşmeler sırasında Mustafa Kemal Paşa  yaptığı konuşmada Rusya içindeki ve Orta Asya’daki Müslüman toplulukların öneminden bahsetmiş ve Tevfik  Rüştü Bey, İsmail Suphi Bey, Besim Atalay Bey ve Fuad Beyler Vazaif- Mahsusa(özel görevlerle) gönderilmesini teklif etmiş ve oy birliği ile kabul edilmiştir[22] .

Daha sonra bu heyetten İsmail Suphi Bey, 1921 Temmuzu sonlarında Türkistan’a gönderilmiştir.

Buhara’ya varan İsmail Suphi Bey, Atatürk’ün talimatları doğrultusunda Buhara’da Türkistan siyasi güçleri arasında arabuluculuk yapmaya çalışmıştır[23]. Türkistan’daki görevini tamamlayan İsmail Suphi Bey, Eylül 1921 sonlarında Türkiye’ye dönmüş, oraların durumu ve kendi faaliyetleri hakkında hazırladığı detaylı raporu Atatürk’e takdim etmiştir[24].

1921 yılında Ankara’da Afganistan, Azerbaycan ve Sovyet elçileri bulunuyordu. Aynı sıralarda Buhara Cumhuriyetinden de bir elçilik heyeti geldi. Atatürk’e  bazı hediyeler getiren Recep Bey ve Nazirî Bey, Millî  Mücadelenin başarısı için her türlü yardımı yapmaya hazır olduklarını söylüyorlardı. Atatürkle saatlerce görüşerek Türkistan’ın genel durumu hakkında bilgi  vermişlerdir. Bu münasebetle Atatürk 17 Ocak 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada Türkistanlı kardeşlerinin Sakarya Zaferi dolayısıyla üç kılıç ve bir de Kuran-ı Kerim gönderdiğini, Türk milleti adına onlara teşekkür ettiğini, Mukaddes kitabı Türk milletine hediye ettiğini, kılıçlardan birini kendisinin aldığını, ikincisini Batı Cephesi kumandanı İsmet  Paşa’ya verdiğini, üçüncüsünü İzmir’e giren ilk kumandana vereceğini söylemiştir[25].Diğer taraftan    Buhara Cumhuriyetinin TBMM hükümetine yardım için gönderdiği yüz milyon rublelik altın hiçbir zaman  hedefine varamamıştır. Enver Paşa’nın Türkistan’a giderek bağımsızlık için mücadele eden Türk gruplarına katılması Sovyetlerin endişelerini artırmıştır. Hatta Mustafa Kemal önderliğindeki Anadolu’daki kurtuluş hareketiyle, Enver Paşa arasında bir bağlantı olduğundan şüphelenmişlerdir.  Aslında önce bu üç Türk paşasını(Cemal, Talat ve Enver) kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istemişlerdi. Fakat, Mustafa Kemal  Paşa’nın temsilcileri Moskova’da görününce, Sovyetlerin  onlara gösterdiği ilgi değişmiştir.

Daha  sonra  Çankaya’daki bir mülakattan sonra TBMM hükümeti,  Ruşen Eşref Ünaydın’ı Buhara elçisi,  Rahmi Apak Beyi de  maslahatgüzarı olarak seçti. Ancak, Rusların Ankara’daki Buhara elçilerini Moskova’ya çağırmaları ve onların yolda Bolşevikler tarafından öldürülmeleri üzerine Ruşen Eşref ve Rahmi Apak Beyler Batum’dan geri dönmüşlerdir[26]. Bu aşamada Sovyetlerin Buhara, Hive ve diğer Cumhuriyetlere verdiği sözleri tutmamaları, yaptıkları anlaşmalara uymamaları, Orta Asya Cumhuriyetlerinin kaderini değiştirmiştir[27].

Millî Mücadeleyi yokluklar içinde yürüten Atatürk, o zaman baş düşmanı olan İngilizlere karşı, Bolşeviklerle işbirliği yapmanın gerekliliğine inanmıştı. Bu yüzden Bolşevik liderlerine bir heyet göndererek birlikte hareket etmeyi teklif etmiştir[28]. Bolşevikler de Atatürk’ün bu teklifini memnuniyetle kabul ettiler. Atatürk kurulan dostluk çerçevesinde Bolşeviklerden yardım talebinde bulundu ise de Sovyetler, Ermeniler lehine toprak verilmesi şartıyla yardım edeceklerini bildirdiler. Ayrıca Türkiye Komünist Partisi adı altında bir parti kurdurarak Türkiye’ye komünizm ihraç etme gayretine girdiler. Ayrıca Millî Mücadeleyi kendi ihtilallerinin Müslüman dünyasına girişi olarak nitelemişlerdir. Bunun üzerine  Atatürk içinde bulunduğu şartları göz önüne alarak kurnazca bir diplomasi örneği göstererek onların taleplerini reddetmiştir. Öte yandan TBMM hükümetini de  toplantıya çağırarak üyelere meseleyi uzun uzun anlatmıştır. Daha sonra 2 Eylül 1920’de Moskova’daki heyet kanalıyla Sovyet yöneticilere durumu açıklamıştır. Yine Doğu Cephesi kumandanı Kazım Karabekir Paşa’ya gizli mektup göndererek, Moskova’daki temsilcisi Ali Fuad Paşa’ya verdiği mektubu Bakü temsilcisi Memduh Şevket ve Tiflis temsilcisi Kazım Beylere ulaştırılmasını istediği haberde, Rusya ile iyi komşuluk ilişkilerinin kurulmasını, Rusya Müslümanlarına hür ve müstakil olmalarının önemi anlatılacak, Azerbaycan’ın bağımsızlığına taraftar olsalar da bu ilişkinin Rusya’yı kızdırmaması gerektiği, yine  Kuzey Kafkasya halklarının durumları için Rusya’nın iknaya çalışılacağı bildirilmiştir[29].

Osmanlı devrinden itibaren Afganlar ile Türkler arasında dostluk ilişkileri bulunuyordu. Afganistan’da Cuma hutbeleri hilafeti temsil ettiği  için Osmanlı padişahı adına okunuyordu. Hatta, Mahmud  Beg Tarzî adında biri tahsilini bitirdikten sonra Türkiye’den ülkesine dönerken bir grup Türk aydınını da yanında götürmüş ve ülkesindeki ilk modernleşmeyi başlatmıştı.[30] I.Dünya savaşı sonunda Cemal Paşa’nın oraya gitmesi ile Türk nüfuzu daha da derinleşmiştir. 1920’de Kabil’e gelen Cemal Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya  devamlı  bilgi vermiş ve yardım istemiştir. Mustafa Kemal Paşa da Fevzi Paşa’ya yazılı direktif vererek Afganistan’a yardım yapılmasına karar vermiştir[31]. Rusların Cemal Paşa’yı öldürmeleri üzerine Atatürk’ün subaylar göndererek Afganistan’ı Türk nüfuzunda bir Orta Asya ülkesi haline getirmek düşüncesi engellenmiştir.[32] Hızla gelişen hadiseler neticesinde TBMM hükümeti ile Afganistan hükümeti arasında 1 Mart  1921’de Türk-Afgan ittifakı imzalandı. Türkiye, Afganistan’a özellikle askerî ve eğitim sayesinde yardım etmeyi taahhüt ediyordu. Ayrıca her iki taraf bütün doğu milletlerinin kurtuluşa ve tam hürriyet ve istiklal hakkına sahip olduklarını, her milletin kendini arzu ettiği usulde idarede serbest olduğunu Buhara ve Hive devletlerinin bağımsızlılarını tasdik ettiklerini beyan ediyorlardı[33]. Neticede derhal Fahreddin Paşa, Kabil’e elçi olarak gönderildi.

Türklerle Bolşevikleri yakınlaştıran iki önemli sebep vardı. Tarafların  giriştikleri mücadelede birbirlerine ihtiyaçları vardı. Türkler kurtuluş savaşları için hem silaha hem de politik desteğe muhtaçtılar.  Gürcüler ve  Ermeniler hem Türkiye’den hem Rusya’dan toprak talebinde bulunuyorlardı. Bolşevikler ise stratejik önemi büyük olan Türkiye’nin  kapitalist güç İngiltere’nin veya onun desteklediği bir kuvvetin nüfuzu altına girmesinden ve dolayısıyla güneyden kendilerine karşı her hangi bir müdahalenin yapılamasından endişe ediyorlar ve Türklerin kurtuluş savaşını başarmalarını, mümkünse Bolşevik rejimine girmelerini istiyorlardı.

Rusya, 1723’te Kafkaslara indikten sonra Gürcü ve Ermenilerle yakın temasa geçme fırsatı bulmuştu. Ermeni ve Gürcü prensliklerini Osmanlıya karşı korumaya ve tahrike çalıştılar. Ermeni ve Gürcü Hıristiyan çocuklar, Rusya’da eğitime gönderildi. Yetişen Gürcü ve Ermeni çocukları Rus ordusunda görev aldılar[34].

Ancak Ermeni meselesinde Bolşeviklerin takındığı Türkiye karşıtı tutum ve komünizm ihraç etme konusundaki faaliyetleri,  Atatürk’ü karşı tedbirler almaya yöneltmiştir. Türkiye Komünist Partisini 1921 ortalarında kapattırmış, taraftarlarının bir kısmını tutuklayıp  geri kalanlarını sınır dışı ettirmiştir.  Onun kararlı tutumu Bolşevikleri Moskova’daki Türk heyeti ile görüşmeye ve Ermeni meselesinde  geri adım atmaya sevk etmiştir[35]. 16 Mart 1921’de imzalanan dostluk anlaşmasına rağmen taraflar birbirlerine şüphe ile bakmıştı. Sovyetler vaad ettikleri yardımın çok azını göndermişlerdir. İkinci İnönü Zaferinden sonra TBMM’nin başarısı hakkındaki şüpheleri ortadan kaldırmıştır[36].

3 Aralık 1917’de Bolşevik Devriminin liderleri Lenin ile Stalin “Rusya’nın ve Doğunun Bütün Müslüman Emekçilerine” hitaben yayınladıkları beyannamede Rus işgali altında yaşayan  yabancı milletlere ve Türkiye başta olmak üzere mazlum milletlere  hürriyet  vaadinde bulundular[37].

Atatürk,  Sovyet emperyalizmi hakkında yalnız diğer milletleri uyarmakla kalmamış, aynı zamanda bazı fiili tedbirler almaya da çalışmıştır. Nitekim 1931’den sonra başlattığı diplomatik temaslarında 9 şubat 1934’te Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya’nın katılımıyla Balkan Paktı, yine aynı maksatla 8 Temmuz 1937’de Türkiye, İran, Afganistan arasında  Sadabad Paktını imzalamıştır. Böylece Atatürk Sovyetlere karşı bir emniyet çemberi oluşturmuştur. Atatürk’ün bu taktikleri,  Sovyetleri son derece rahatsız etmiş, bundan dolayı  Sovyet basın ve yayın organları Atatürk ve Türkiye aleyhine yayınlara başlamışlardır[38].

              5-1991  Sonrası Yeniden Başlayan  İlişkiler:

Dünyanın iki büyük süper gücü arasında soğuk savaşın hızla sürdüğü bir dönemde,  bu iki güçten biri olan Sovyetler Birliğinin kısa zamanda dağılacağı ve ortaya çok sayıda yeni cumhuriyetin çıkacağı uzmanlar tarafından tahmin edilemiyordu. Ancak, beklentilerin ve tahminlerin aksine 1989’dan sonra başlayan süreç içinde önce Doğu Bloku, ardından da Sovyetler Birliği dağıldı. Ortaya Doğu Avrupa’da bir çok yeni devlet bağımsız bir şekilde çıkarken, birliğin doğu ve güney kısımlarında beş bağımsız Türk Cumhuriyeti dünya ülkeleri arasında yerini alıyordu. Hiç beklemedikleri anda aniden bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetlerinin modern dünyaya entegre olmada, kalkınmada, demokratikleşmede yapmaları gereken çok iş vardı. Böyle bir anda  da Türkiye tarihi bağları, dini ve kültürel yakınlığı ekonomisi ile önemli bir örnekti[39].

Bütün uzmanlar için sürpriz olduğunu söylediğimiz Sovyetlerin dağılımı sonrasında söz konusu cumhuriyetler bazı temel sorunlar ile karşı karşıya kaldılar. Bu temel sorunlar üç ana başlık altında toplanabilir:1-ekonomik sorunlar 2- siyasi sorunlar 3- sosyal ve kültürel sorunlar

Orta Asya’nın  hammadde kaynaklarının kullanımına Çarlık Rusyası zamanında başlanmıştı. Ruslar ele geçirdikleri toprakları kısa zaman içinde birer sömürge haline getirmişlerdi. Buna en iyi örnek 1864’te işgaline başlayıp, 1865’te bitirdikleri Hokand hanlığı topraklarındaki madenleri işletmeye 1867 yılında başlamalarıdır. Bu bölgedeki kurşun madeni II.Dünya savaşında Sovyetlerin çok işine yaramıştır.  Sovyetler zamanında bu durum yani hammadde kaynaklarının kullanımı devam etti. Orta Asya’nın sahip olduğu hammadde kaynakları, Sovyetler Birliğinin diğer yerlerine ulaştırılıyordu. Buna benzer yapı tarım alanlarında da kurulmuştu.

1896-1905 arası 206 bin, 1906-1916 arası 834 bin, 1896 öncesi  300 bin göçmen yerleştirilmişti.[40] Sovyet döneminde de bu göçmen gönderimi devam edince söz konusu cumhuriyetlerde önemli oranda Rus ve Slav kökenli topluluklar  günümüzde ortaya çıktı. Orta Asya cumhuriyetlerinde yerel halk tarım sektöründe, Slav kökenli halk endüstri sektöründe büyük kentlerde yoğunlaşmıştı. Bu ekonomik yapı Orta Asya’nın Rusya Federasyonu başta olmak üzere Sovyetler Birliğinin diğer sanayi bölgelerine bağımlı hale gelmesine yol açtı. Bunun doğal sonucu olarak bölgenin ekonomik açıdan az gelişmesi ve merkeze daha fazla bağımlı hale dönüşmesi kaçınılmazdı[41].

Bağımsızlık sonrası Türk Cumhuriyetlerinin karşılaştığı en belirgin sorun olarak karşımıza bu çıkmaktadır. Gerçek anlamda bağımsız olabilmek Rusya Federasyonuna bağlı olan ekonomik bağımlılığın azaltılmasını gerektirmektedir. Bu da bağımlılığı azaltmanın en iyi yollarından birinin söz konusu ülkelerin kendi aralarındaki işbirliğini artırmaları  gerektiği düşünülmüştür. Diğer yandan sahip oldukları enerji ve diğer kaynakları uluslararası pazarlara çıkarabilmek de onlar için çok önemlidir. Bu noktada Rusya’nın siyasi ağırlığından kaynaklanan  politik ve ekonomik etkenler engelleyici olabilirdi. Türkiye başta olmak üzere ABD,  Çin ve diğer devletlerin devreye girmesi gerekiyordu. Ya da bir başka ifade ile bu devletlerin bir an önce dünyaya açılmaları ve entegre olmaları düşüncesi hakimdi.

a-Ekonomik Açılma Denemeleri

Başlangıç şartları, ekonomik büyüme ve kalkınmada  ayrıca uluslararası farklılıkları açıklamada önemlidir. Bu çerçevede ele alındığında geçiş ekonomileri son derece kötü durumdaydı. Piyasa mekanizmasının nasıl çalıştığını bilen eğitimli insan sayısı son derece azdı. Ekonomik kalkınmayı sağlayacak yatırımların yapılması için gerekli sermaye yetersizdi. Ayrıca özellikle Orta Asya Cumhuriyetlerinde halkın bilmedikleri yeni uygulamalara tepkisi vardı. Bu sebeplerden dolayı ilk reform çalışmaları genellikle başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak, 1997’den itibaren reform uygulamaları ekonomiler üzerinde olumlu etkiler yaratmıştır.[42]

Kazakistan en fazla doğal kaynaklara sahip olması sebebiyle, Batı Ülkelerinin dikkatini çeken ilk devletti. Diğer taraftan en fazla nüfusu  mevcut ve Semerkand Buhara ve Hive gibi tarihi  merkezleri olan Özbekistan’ın diğer tüm ülkelerle sınırları vardır. En zengin kültür birikimine sahip olduğu gibi Timurlu Devletinin ayrıca Buhara, Hive, Hokand gibi son dönemde bölgede  etkili olmuş hanlıkların tarihî mirasını taşıdığı fikri hakimdir. Diğer cumhuriyetlere nazaran daha az doğal kaynağı mevcut olan Kırgızistan ise Orta Asya’nın İsviçresi olma yolunda kendine hedefler belirlemiştir. İçinde bulunduğu ekonomik sıkıntısını karla kaplı dağlarıyla turist çekmek suretiyle döviz ihtiyacını karşılayıp gidermek istemektedir.  Doğal gaz ve petrol zengini Türkmenistan ise 1991’den itibaren tarafsızlığı ilke haline getirmiş, 12 Aralık 1995 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Konseyinin tanıması ile Türkmenistan’ın tarafsızlığı uluslararası alanda da kesinleşmiştir.[43]

Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan bölgesel işbirliği için uğraşmaktadır. 1994 Ocak ayında Almatı Deklarasyonunu imzalamışlardır. Sermaye, mal ve insan gücü serbestçe dolaşacaktı. Fiyatlar, vergiler ve krediler, gümrük ve döviz konularında ortak projeler üretilecekti. Aynı yılın temmuz ayında üç ülke parlamentoları arasında ortak kararları almayı kolaylaştırıcı konseyin kurulması ile Orta Asya Birliği fikri doğmuş oldu. Bu konuda hedefe varıldığı söylenemez. Ancak, aradan yıllar geçmesine rağmen 1999 Şubat ayındaki bir toplantıda Kazakistan cumhurbaşkanı N.Nazarbayev, ekonomik sorunların çözümünde  Orta Asya ülkelerinin kendi başları yerine, ortak hareket etmeleri gerektiğini vurguladı.

Bunun yanında başka ülkelerle de ekonomik ilişkilerini geliştirme çabası içine girdiler. Çin, İran ve Türkiye ön plana çıktı. Avrupa, ABD ve Uzak Doğu ülkeleri de devreye girdi. Bugün  ekonomik anlamda Rusya’nın hegemonyasından  kurtulmak için  alternatif  petrol boru hatları istemekteydiler.

Rusya, ABD’nin gittikçe güçlenen ekonomik ve siyasi durumuna  karşı Hindistan ve Çin ile işbirliği kurmak ve stratejik üçgen kurulmasını önerdi[44]. ABD ise bütün politikalarında bölgedeki etkisinden dolayı Rusya’yı tamamen dışlamaktan kaçınmaktadır.

Söz konusu ülkelerde çevre kirliliği(Aral Gölü, çölleşme tehlikesi, nükleer kirlenme Semey’de) ve diğer ekolojik problem ve felaketler varlığını sürdürmektedir[45].

Politik sorunlar olarak hemen bütün bölgede demokratik sistemi kurabilmek, aşırı dini akımların getirdiği problemler, etnik çatışmalar karşımıza çıkmaktadır.[46]

b-Kimlik Oluşturma  Süreci

Bağımsızlık sonrası dönemde ulusal kimlik oluşturma sürecinde Orta Asya hükümetleri de aktif olarak katılmaktadırlar. Buna bir tür resmi milliyetçilik denebilir. Bu bağlamda her ülke kendi tarihini kültürünü, ortak değerlerini, dilini ve ulusal kahramanlarını  yeniden değerlendirerek ulusal kimliklerini güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Marks  ve Lenin’in heykellerinin yerini Timur ve diğer ulusal kahramanlar almaktadır. Ancak, bu ulusal kimlik oluşturma sürecinde bölge ülkeleri  bünyelerinde barındırdıkları  farklı gruplar(Türk  veya Slav kökenli de olsa ayırım yapmadan) bazen rencide etmişlerdir. Bu devlet politikası olmasa da halklar arasında anlaşmazlıkların çıktığı  ve Kırgızistan ve Özbekistan’da  üzücü olayların meydana geldiği görülmüştür.

Bağımsızlığa  geçişle birlikte Türk Cumhuriyetleri kendi resmi dillerini belirlemek gibi bir problemle karşı karşıya kaldılar. Sovyet devrinde bilindiği gibi resmi dil Rusça’ydı. Kazakistan’da ve Kırgızistan’da önce konuştukları kendi yerel dilleri  resmi dil ilan edildi ise de daha sonra Rusça’ya da iletişim dili  olarak resmi statü kazandırıldı. Bu bir bakıma Rusça’nın tarihten gelen etkinliğinin devamı niteliğindedir.[47]

Sovyetler Birliği döneminde, II.Dünya savaşından sonra biri Taşkent diğeri Buhara’da olmak üzere iki adet medrese açılmıştır. 1980’lerin başına gelindiğinde İslâmiyetin yeniden önem kazanmaya başlamıştır. Bunun sebebi İslâm’ın yeniden dirilişine yönelik halk hareketleridir. İran ve Afganistan’daki kökten dinci hareketlere karşı Ortaçağ’daki büyük İslâm düşünürlerinin öğretilerine  dayanan(el Buharî ve Tırmizî) Orta Asya dini oluşturma yönünde ortak çalışmaları mevcuttu. 1991’de dağılmadan sonra canlı bir spekülasyon unsuru haline geldi.  Özellikle Tacikistan’da bir zemin unsuru haline geldi. Bu durum karşısında 1994’lere gelindiğinde ülkelerde bir toparlanma oldu. Tüm Orta Asya devletlerinin anayasaları din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ilkesini kabul etmiştir. Ancak, İslâm’ın yükselmesinin bir sebebi olarak Marksizm ve Leninizm’in ortadan kalkmasından doğan boşlukta anarşiyi önlemek  için olmalı diye yorumlanmalıdır. Özbekistan ve Kırgızistan cumhurbaşkanlarının göreve başlamadan önce  Kur’an’a el basmaları bunu açıkça ortaya koydu[48]. Günümüzde radikal  eğilimli İslâmı önleme  politikaları hemen bütün Türk Cumhuriyetlerinde sürdürülmeye çalışılmaktadır.

Ulus altı nitelendirilebilecek, aile, kabile ve aşiret bağları ile bölgesel bağlılıklar Orta Asya insanının en önemli kimlik unsurlarını oluşturmaktadır. Dolayısıyla henüz ulus devlet değillerdir. Kazakistan’da cüzlere ayrılmak, Kırgızistan’da beş ayrı bölgede dağlar arasında  yaşayan kültür farklılıkları, Türkmenistan’da beş büyük aşiretin  bölgesel  dağılımı buna örnek gösterilmektedir.[49]

Dolayısıyla bağımsızlık sonrası Türk Cumhuriyetlerinde kimlik arayışlarının dinî, ulusal ve yerel unsurlardan etkilenerek ve yörenin kendi şartları ile harmanlanarak bir bileşime ulaşacağı sonucuna varılabilir. Sovyet döneminde sanayi  sektöründe Rus(Slav) kökenli insanlar çalışmaktaydı. Madencilik ve enerji üretimi gibi bazı dallarda Rusların oranı % 90’lara varmaktadır. Bunların birden terk edilmesini istemediler.[50]

6-Türkiye’nin  Türk Cumhuriyetleri İle İlişkilerindeki Rolü:

Sovyet sonrası dönemdeki liderlerin gözünde  Türkiye’nin önemli avantajları vardı. Tarihi bağların yanında Orta Asya nüfusunun % 70’i Türk kökenli olmasının getirdiği yakınlık Türkiye’yi ön plana çıkarıyordu. Bunun yanında dinamik pazar ekonomisi, laik yönetim ve İslâm’a saygılı gelenekler ve demokratik sistemiyle örnek bir ülke idi. Bu yönünden dolayı İslam Kerimov tarafından “ benim ülkem Türkiye’nin yolundan gidecek”, N.Nazarbayev “ serbest Pazar ekonomisini yerleştirmek istiyoruz önümüzde  sadece bir model var o da Türkiye”, A.Akayev ise “Türk Cumhuriyetlerinin önündeki sabah yıldızı” diye nitelendirilmiştir[51]

Türkiye Cumhuriyeti devlet adamları  yaptıkları ziyaretlerde sık sık etnik yakınlığı vurguluyorlar ve Türk Cumhuriyetleri kavramını yayıyorlardı. Hatta halkının  üçte birinden fazlası Türk olan Tacikistan’ı da dahil ediyorlardı. Sünnî olan Taciklerin bu açıdan Türkiye’ye  Şii İran’dan daha yakın  bulundukları söyleniyordu. Fakat, Tacikistan, daha sonra bu konuya karşı  çıktı. Başta Özbekistan olmak üzere diğer Türk Cumhuriyetlerine cephe aldı. Üstelik Tacikistan’daki aşırı İslamcı  olaylar her iki devleti de korkutmuştu. Daha sonra Türkiye ise Tacikistan’dan bu anlamda uzaklaştı ve Özbekistan üzerinden dolaylı bakmaya çalıştı. Türkiye’nin yöneticileri diğer Asyalı güçlerden önce yeni cumhuriyetlerle ilişki kurmanın öneminin farkına vardılar. Aslında Türkiye’nin diplomatik atakları M.Gorbaçov’un rejimi liberalize etmesiyle birlikte başlamıştı. Bu süre içinde devlet olarak değil, fakat özel firmalarla ve ferdi girişimlerle Türk Cumhuriyetleri ile ilişki kuruldu.  Resmi ilişkiler değişmeden  Türk turistler, Sovyetleri ziyarete başlamış, televizyonlar  da yayınlarını o bölgelere yaymaya çalışıyorlardı. Türkiye  kamuoyunda bu bölgedeki değişiklikler olacağına fikren hazırlanılmıştı. Bunların arasında özellikle Azerbaycan’ın  ayrıcalıklı bir konumu vardı.

Türkiye, 1990-1991’de daha Sovyetlerin ilk dağılışında  beş cumhuriyetle yirmi anlaşma imzalamış, aynı zamanda yüksek seviyede yirmi  ziyaret gerçekleşmişti. Türkiye, yeni  cumhuriyetlerin bağımsızlığını tanıyan ilk ülke idi. Derhal diplomatik ilişkiler kurulduğu gibi elçilikler de açıldı. Yeni devletlerle  ilişki kurmak Türkiye için sadece ekonomik  açıdan değil ayrıca siyasi ve ideolojik açıdan da önemli görünüyordu.

a-Bölgesel Örgütlenme Girişimleri

Kasım 1992’de Türkiye ile beş cumhuriyet arasında anlaşma ( Ankara Deklarasyonu) imzalanmasıyla aradaki işbirliği  büyük ivme kazandı. Bölgesel anlaşmazlıkların  çözülmesi ve uluslararası arenada girişimlerde bulunmak gibi konularda birlikte hareket etmek gibi konular ifade ediliyordu. Ekonomik olarak teknoloji sahasında ve iletişim sektörlerinde, petrol ve gaz sanayilerinde işbirliğine gidilecekti[52].

Ankara Deklarasyonu ile Türkiye, Türkmen ve Kazak petrol ve doğal gazlarının kendi topraklarından geçerek, Batı ülkelerine ulaşmasını hedeflemişti. Kazakistan başkanı ayrı anlaşma yapmayı kabul etmedi. Buna karşılık Türkmenistan, S.Demirel ile petrol ve doğal gaz hatlarının Türk topraklarından geçeceği anlaşmayı imzaladı. Bu arada  Türkmenistan, BDT (Bağımsız Devletler Topluluğu)’yi devam ettirmekte az istekli davranarak kendi kaynaklarını kendi değerlendirme yollarını aramaya başlamıştı.

Aynı sıralarda Türkiye’nin bu cumhuriyetleri daha da bağımsız hale getirme çabaları vardı. İran ve Pakistan ile işbirliğine giderek, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan’ı yanına alarak Ekonomik İşbirliği Örgütü(ECO)’nü kurdu.  Kasım 1992’deki bu anlaşmaya gidemeyen Tacikistan dahi  bu örgüte “de fakto” üye olarak katıldı[53].

ECO’nun coğrafi  yayılması ortaya yeni güçlü ekonomik kaynaklara sahip devletler bloğu çıkardı. Karşısında Avrupa Topluluğu vardı. ECO, ticari, havayolları, banka, uydu iletişim sistemleri öngörüyordu. Bu kardeş ülkelerin katılımı heyecan uyandırdı.  Pakistan ve İran bunu bir Müslüman birliği olarak görüyorlardı. Navaz Şerif, bunu 300 milyon insanın katılımı ile genel miras ve kültürün paylaşımı olarak nitelendiriyordu. Fakat, İran kendi etkisini  ekonomik avantajlarını kullanarak göstermek, istedi. Ancak, Pakistan bundan rahatsız oldu. İslam Kalkınma Bankasının 7. Toplantısında İran cumhurbaşkanı Orta Asya’yı batının tuzağından kurtarmak için çok geniş anlamda yardım etmeleri gerektiğini söyledi.

İran, Türkiye ve Pakistan  İpek  Yolu projesini gündeme getirdiler. Türkiye’nin çok yönlü planları ve hedefleri vardı. Nihayet Türk toplulukları fikri  yavaş yavaş gündemde yerini almaya başlamıştı. Nihayetinde Türkiye iki ticaret kuşağı yaratmayı  hedeflemişti. Biri Karadeniz, diğeri Orta Asya kuşağı. Her ikisi de Türkiye’ye bağlanacaktı.

Diğer taraftan Ocak 1993’te Türkiye ve ABD’nin  himayelerinde Orta Asya bölgesel birliğinin kurulmasına karar verildi. Bu birlik Türk kuşağını hedefliyor ve Türk kökenlilik üzerinde duruyordu. Akdeniz’den Doğu Sibirya’ya bütün Türk ve Müslüman toplulukları kapsıyordu. Bu durum Rusya ve İran’ı tedirgin etti. Bu birliğin şu hedefleri vardı: 1-Türk topluluklarını Slav kültürleri baskısından kurtarmak; 2- Türk topluluklarını Rusya ve Çin arasında sağlam jeostratejik konuma getirmek; 3-Bölgesel ekonomik entegrasyonu sağlamak; 4- Türk ortak pazarı kurmak, ancak buna İran ve Pakistan’ı da dahil etmek; 5-Rusya, Türkiye ve Pakistan’ın yardımıyla stratejik savunma alanı yaratmak.

1992’de Pakistan’ı ziyaret  eden Başbakan S.Demirel, dünya barışı için Avrupa’nın iki yüz milyon insanı ile ECO’nun ve Orta Doğu’nun 300 milyon insanı arasında Türkiye’nin köprü olacağını vurgulamıştır. Türkiye’nin tarihi ve kültürel açıdan İran ve Afganistan ile karşı karşıya gelmesi mümkündü. Ayrıca Türk sanayi ve ekonomik kaynaklarının yetersizliği hedefleri için en önemli engeldi. Türkiye’nin mali gücünün sınırlı olması bir çok proje ve yatırımın başarısız olmasında sebeb gösterilmektedir[54].

Siyasi beklentiler açısından da Türkiye, Türk Cumhuriyetleri arasında kendi kapasitesinin çok üstüne çıktığı için hedefler tutturulamadı. Ayrıca dışarıdan ve bölgeden çok sayıda engelle karşılaşıyordu. Neticede Türkiye’nin hazırladığı geniş açılı planları uygulama aşamasında Orta Asya Cumhuriyetlerinin beklediğinden az oldu.

Türkiye, Rusya’nın tarihi rol oynayıp lider olduğu dünyayı delip girerek aktif olmaya başlamıştı. Orta Asya devletlerinin iç güvenlik sorunu  dahi Türk dikkatine çevrilmişti. Bu durum ister istemez Rusya’nın tepkisine rol açıyordu. Böyle çeşitli  negatif durumlara rağmen genelde Türkiye pragmatik bir politika uyguladığını söylemek mümkündür.

Zamanla Orta Asya  ülkeleri diğer devletlerle de ilişkilerini geliştirmeye başladılar. Bu onların kendilerine güvenmelerini sağladı. Bunun yanında Rusya 1993’ten  itibaren yeniden kendini toparlayıp bölgeye gözünü dikti. Rusya’nın yeniden doğuşunun önünde engel olarak görülmektedir. Rus milliyetçileri ile Türk  birliği fikri karşı karşıya gelmektedir.  Türkiye’nin ağabeylik arzusu ve politikası neticede bazı olumsuzluklar getirdiği şeklinde yorumlar da yapılıyordu[55].

 

b-İkili İlişkileri Geliştirme Faaliyetleri

Türkiye’ye daha 1990’da Azerbaycan ile Kazakistan telekomünikasyon alanında işbirliği teklifinde bulunurken, Türkmenistan’la ekonomik ve kültürel anlaşma imzalandı. 1991 sonlarında Ankara kararlı  bir şekilde Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını kazanmasıyla ortaya çıkan yeni durumda kendi pozisyonunu göstermek için harekete geçti. Aynı yılın  Kasımında Türkiye bağımsızlıklarını tanıyan ilk devlet olma özelliğini kazanmıştı. Aralık’ta ilişkiler  daha da hızlı geliştiği gibi diğer Sovyet Cumhuriyetlerinin bağımsızlıkları da aynı esnada tanındı. Arkasından Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan başkanları Türkiye’yi ziyaret etti. Siyasi, ekonomik ve kültürel yardım konuları görüşüldü. Şubat 1992’de Başbakan S.Demirel, Azerbaycan, Kazakistan ve Özbekistan başkanları ile İsviçre’deki Dünya Ekonomik Forumunda buluştu. Bu arada İran’ın etkisine karşı Türk Dışişleri Bakanı H.Çetin bölge ülkelerini ziyaret ediyordu. Mayıs 1992’de Demirel, yeni Türk Cumhuriyetlerine gezi düzenledi. Türk Dışişlerine göre onun seyahati bağımsızlıklarına geçişte ve serbest pazar ekonomisinin uygulanmasında yardım içeriyordu. Bu sırada özellikle Özbekistan’da Ankara’nın teklifleri kabul görüyordu.

Özbekistan:1991 Aralık ortalarında Ankara’yı ziyaret eden İslam Kerimov, Türkiye’nin Pazar ekonomisi yolunu  takip edeceklerini ilan etti. Arkasından ekonomi, ticaret, transport, iletişim, kültür, eğitim, bilim, medya, turizm ve spor alanlarında işbirliği anlaşmaları imzaladılar. Özbekistan ve Türkiye arasında  tarihi bağlardan dolayı yeni hedefler belirtiliyordu.

Akabinde Ocak 1992’den itibaren Türk işadamları, Özbekistan’da yatırım faaliyetlerine başladılar. Bir Türk kültür merkezi Taşkent’te açıldı. Karşılıklı  heyetler ziyarete devam ediyordu. Ayrıca eğitim bakanlıkları bilim adamları, öğretmen ve öğrenci değişimi ve de bilimsel konferanslara katılım konusunda anlaşmalara vardılar. Mart 1992’de Taşkent’i ziyaret eden Dışişleri  Bakanı H.Çetin, Özbekistan’a dış dünya ile ilişkilerinde yardım edeceğini vurgularken Taşkent Radyosu Türkçe yayınlara başlıyordu.

Nisan sonundaki  Başbakan S. Demirel ziyaretinde ise görülmemiş bir karşılama  yapıldı. Demirel, politik, ekonomik ve kültürel açıdan Özbekistan’ın kalkındırılması için yardım vaad etti. Kerimov ise Türk ekonomik modelini tercih ettiğini söylüyordu. İki liderin katılımıyla Türk elçiliği törenle açıldı. Aynı ziyaret sırasında iki ülke arasında Aralık 1991’deki anlaşmaya ilaveten dokuz anlaşma daha yapılmıştı. Daha sonra heyetler arası görüşmelerle varılan anlaşmaya göre Türkiye 500 milyon dolar kredi verecek, ayrıca 2 bin Özbek öğrencisine burs vererek Türk üniversitelerinde okutacaktı.

Kazakistan:Kazakistan ile Türkiye arasındaki  ilişkiler yavaş başladı. Ocak 1992’de Almatı’da Türkçe bir okul açıldı. T.Özal ile N. Nazarbayev iki ülke halkları arasında dostluk bağlarının güçlendirilmesi için karşılıklı mesaj gönderdiler. Şubat ayında bir grup Türk iş adamı Almatı’ya giderek, bu ülkedeki iş yapma konusunda görüşmelerde bulundular. Mart ayında H.Çetin’in ziyareti ile ilişkiler hızlandı ve beş anlaşma imzalandı. Nisanın 29’unda Almatı’ya gelen S.Demirel’in ziyaretinden sonra Nazarbayev, Türk ekonomisinin geçirdiği tecrübelerden faydalanacağını  ifade etti. Demirel, 200 milyon dolar krediyi büyük projeler için yardım olarak teklif etti.  Daha  sonra bunu bankacılık, iş, eğitim, bilim, kültür, spor, medya işbirliği, sivil havacılık, transport ve tarihi anıtların restorasyonu gibi konularda anlaşmalar imzalandı. Türk firmaları Kazakistan’a petrol işlerinde, rafinerilerin inşasında, elektrik enerjisi  santrallerinde, ve Türkiye’ye petrol boru hatlarının yapımında, Kazak mallarının batıya nakledilmesinde  yardım edecekti.

Türkmenistan:Aralık 1991’de  Türkiye’ye gelen Türkmenistan Devlet Başkanı  S.M.Niyazov, Türkiye’den  ekonomisini kalkınması için kardeş yardımı beklediğini vurguluyordu. Türkiye ise onun beklediği yardımı garanti ediyordu. Ziyaret sırasında dostluk ve işbirliği anlaşması imzalandı.  Türkmenistan’ın teknolojik kalkınması konusunda da çeşitli anlaşmalara taraflar imza attılar.

Mart 1992’de Dışişleri Bakanı H.Çetin, Aşkabad’a giderek iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri başlattı. Her alanda işbirliği çalışmaları başladı. Türk televizyonlarının yayınlarının Türkmenistan’a ulaştırılması gibi konular da  ele alınmıştı.  Mayıs  1992 başlarında bu ülkeyi ziyaret eden S.Demirel,   75 milyon dolarlık kredi ile ekonomik yardım teklifinde bulundu. Türk tahılı ve şekerinin Türkmenistan’a, Türkmen doğal gazının Türkiye’ye ulaştırılması için özel anlaşmalar da imzalandı.

Kırgızistan:Aralık 1991’de Türkiye’yi ziyaret eden bir başka Türk Cumhuriyeti lideri Askar Akayev idi. Türkiye ile kardeşlik bağları çerçevesinde yardım talep ediyordu. Türkiye   yiyecek ve ilaç gibi alanlarda yardım taahhüt etti. Başbakan Demirel’in ziyaretiyle Bişkek’teki Türk elçiliği açıldı ve 75 milyon dolar kredi açıldı.

Neticede 1996 sonuna kadar Türkiye Türk-Eximbank kanalıyla  Türk Cumhuriyetlerine  yaklaşık 955 milyon dolarlık ihracat ve proje kredisi açmış bunun % 62 sini(593 milyon dolarını) kullandırtmıştır.  İçinde bulunduğu ekonomik sıkıntılara rağmen Cumhuriyetler açısından bu önemli bir rakamdır.

Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, şu katkılarda  bulunmuştur. Türk Cumhuriyetlerini tanıyan ilk devlet olduğu gibi bu ülkelerin BM,İMF ve Dünya Bankası ile diğer kuruluşlara üyeliklerinin gerçekleşmesinde öncülük etmiştir. Türksat vasıtasıyla TRT yayınlarını Kafkaslar ve Orta Asya bölgesinde seyredilebilmesi ve ulusal tv kanallarının modernize edilmesi için gerekli yatırımları yapmıştır. PTT aracılığı ile Türk Cumhuriyetleri başkentlerinin Türkiye üzerinden dünya ile telefon bağlantısı sağlandığı gibi bu ülkelerde yeni telefon şebekeleri kurmuştur. Bu ülkelerle serbest Pazar ekonomisine geçişte, sınır ticareti ve serbest bölgelerin kurulmasında öncülük edecek teknik personel ve idareciler gönderilmiştir. Her alanda bilimsel toplantıların yapılmasını finanse ederek, öncülük yapmaya çalışmıştır. Türkiye Diyanet vakfı kanalıyla din görevlileri ve dini yayınlar göndermiş, mevcut camilerin restorasyonu ve yeni camiler inşa edilmesi konusunda yatırımlar yapmaktadır. Modern bankacılık hizmetleri geliştirmek amacı ile Türkiye’nin bazı kamu bankaları Türk Cumhuriyetlerinde ortak bankalar kurmuşlardır.

Bağımsızlıklarından sonra İran ile Türkiye arasında  bir yarış başlamıştı. Zaman içinde cumhuriyetlerin Türkiye modelini tercih ettikleri görüldü.  Devlet başkanları bunu açıkça vurguladılar[56].

1990’ların ikinci yarısından sonra  Avrasyacılık  anlayışı gündemdeki yerini almıştır.[57] Bunun sebebinin Türkiye Orta Asya ilişkilerinde yaşanılan hayal kırıklığının olduğu söylenebilir

Türkiye’nin Avrasya seçeneği üzerinde durması ama Rusya ve Çin’i bunun içine dahil etmemesi, etse bile daha aktif bir politika uygulaması, yani lider ülke olması gibi bir seçenek önünde durmaktadır[58].

8-Rusya Etkisi:

Çarlık Rusya’sı ve SSCB hakimiyetinde bulunan Türk  illeri Rus yönetimi kültürü ve sosyal hayatının güçlü etkisinde kalmışlardır. Bundan dolayı bu cumhuriyetlerin etkisinden  kısa zamanda kurtulması zor görülmektedir. Rusya bu etkinliğinden dolayı Türkiye’nin söz konusu cumhuriyetlerle siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerini engellemek istemektedir[59].

Bağımsızlıktan sonra Rusya’nın dış politikası 1990-99 arasında üç döneme ayrılır: 1-Batı yanlısı 1990-92, 2-Batı ile 1992-93 arasındaki hem batıyı hem BDT’ye yönelişi içeren Batı ile ilişkilerinde kopukluk dönemi, 3- 1993’te dış politika konseptinin oluşturulmasıyla daha tutarlı bir tabana oturan daha sert  politika[60].

Rusya’nın talebi üzerine Mayıs 1992’de BDT içinde yeni bir güvenlik oluşumunu gerekli kılmış ve Rusya Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Ermenistan  arasında ortak güvenlik anlaşması imzalanmıştır.[61]

1999 yılının başlarından itibaren Rusya’nın Orta Asya Cumhuriyetleriyle yakınlaşma politikası izlemeye başladığını görmekteyiz. Rusya’nın kendi etkisini sürdürmek istemesinin yanında bölgede gittikçe artan Radikal İslamî hareketlerin etkisi de vardı. Özbekistan ve Kırgızistan aynı yılda bu yönde terör olaylarına  maruz kaldıkları için Rusya ile yakınlaştılar. Rusya dört cumhuriyet arasında Kırgızistan’daki gelişmeleri denetlemek ve asileri ortadan kaldırmak maksadıyla hareket grubu oluşturmaya karar vermişti. Rusya  daha sonra BDT’yi daha aktif hale getirmeye çalıştı. Bu amaçla  Ekim 2000’de Astana’da Rusya, Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan Avrasya  ekonomik topluluğunun kurulmasına dair pakt imzaladılar.[62]

9-Netice ve Hedefler:

Jeopolitik konumu, yeni ve geniş bir pazar oluşu , sahip olduğu çok zengin hammadde kaynakları yüzünden bütün dünyanın özellikle gelişmiş büyük devletlerin gözü bölgededir. Başta Rusya olmak üzere, ABD ve Çin’in Orta Asya’ya yönelik hedefleri ve hedefleri doğrultusunda uygulamaya koydukları politikaları vardır. Diğer yandan son zamanlarda Avrupa devletlerinin de bölgeyle yakından ilgilendikleri görülmektedir.

Stratejik geri çekilmesini tamamlayan Rusya toparlandıktan sonra bölgede yeniden harekete geçmiştir. Yaklaşık 250-150 yıl arasında hakimiyeti altında tuttuğu bölgeyi çok iyi tanımaktadır. Bütün topluluklar üzerinde Rus kültürünün etkisi hissedilmektedir.  Yine 10 yıl öncesinden gelen ekonomik bağlılıklar hala mevcuttur. Bir başka önemli Rus avantajı söz konusu cumhuriyetlerde önemli oranlarda Rus nüfusunun bulunmasıdır. Kısacası Rusya bölgede her bakımdan avantajlıdır. Ayrıca Rusya bölgede Türkiye başta olmak üzere diğer devletlerin etki alanı yaratmasını istememektedir.

Çin’in dünya üzerinde politik etkinliği ve oynadığı rol ortadadır. Orta Asya ile Çin’in bilinen tarihte  M.Ö.2500’lere kadar giden komşuluk ilişkisi vardır. Ancak, Çin bugünkü konumuna 1756-58’li yıllarda ulaşmıştır. Son  zamanlarda büyük bir ekonomik bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Tarihte olduğu gibi günümüzde de Çin’in Orta Asya yönünde büyük hedefleri vardır. Bu hedeflerin temelinde yayılmak, yani toprak talebi yatmaktadır. Zaten Mao, devletini sağlamlaştırdıktan sonra, 1957-59 yıllarında Mançurya ve Orta Asya taraflarında toprak talebinde bulunmuştur. En azından nihai hedefinde Fergana vadisinden Sibirya’ya çizilecek bir çizgi ile Baykal Gölünün kuzeyinden Büyük Okyanus’a ulaşan bir hattın içindeki geniş toprak parçasını istemektedir[63]. Şu anda Çin her türlü ucuz mallarıyla bütün Orta Asya pazarlarını eline geçirmiştir. Yine aynı bölge ülkelerinin hepsinde çok sayıda büyük yatırımları vardır.

A.B.D.’nin tek süper güç olması sebebiyle dünyanın her yerinde olduğu gibi Orta Asya’da da etkili olduğu çok açıktır. Bölgeye yönelik politikalar üretmekte ve uygulamaya koymaktadır[64]. Üstelik son Afganistan olayları (11 Eylül ve devamı) sebebiyle ve neticesinde askeri açıdan bölgeye yaklaşmış, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan gibi ülkelerde askeri üsler kurmuştur. 33 milyar varil petrol rezervine sahip olduğu tahmin edilen Kazakistan’da 1995’te 10 milyar dolarlık petrol yatırımı yapmıştır. Ayrıca A.B.D petrol şirketlerinin ağırlığı özellikle gün geçtikçe artmaktadır (sosyal, siyasi ve kültürel alanlarda). A.B.D’nin Orta Asya konusunda yetişmiş son derece bilgili, her türlü donanımlı uzmanları vardır. Bu uzmanlar A.B.D.’nin bütün alanlarda işini kolaylaştırmaktadır. A.B.D ve Avrupa devletlerinin büyük desteğiyle aşırı derecede harcanan paralarla yoğun bir Hıristiyanlık propagandası yapılmaktadır.

Almanya’nın daha fazla etkili göründüğü Avrupa devletlerinin (Almanya, İtalya, İspanya, Fransa, Hollanda) mallarının gümrüksüz girip bütün pazarlarda çok fazla satıldığı gibi adı geçen ülkeler çeşitli hammadde, alt yapı (yol yapımı demir yolu vs.) alanlarında yatırım yapmaktadır. Orta Asya Cumhuriyetlerinde Alman kökenli nüfus olduğu için bu devlet özel politikalar üretmekte ve gerekli atılımları yapmaktadır. Ayrıca son zamanlarda kurulan araştırma enstitüleri (mesela Taşkentte Fransız Orta Asya Araştırma Enstitüsü) ve bazı kültür dernekleri ve vakıfları artık Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin merkezlerinde yoğun bir faaliyet içindedir.

Kore, araba, elektronik eşya gibi alanlarda bölgede yatırımlar yapmıştır. Elektronik eşya (bilgisayar, beyaz eşya) konusunda Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan gibi ülkelerdeki pazarlarda önemli paya sahiptir. Japonya’nın da hatırı sayılır yatırımları bulunmaktadır.

İran, Türkmenistan’ın güneyini Özbekistan ve Tacikistan’ı tarihi Fars kültür bölgesi içinde görmekte, Afganistan’ın bir kısmını da dahil ederek gelecekte kendine etkili alanı yaratmayı planlamaktadır. Ayrıca İran malları da Çin malları gibi çok ucuz bir şekilde pazarlarda satılmaktadır.

Türkiye adından ve kimliğinden dolayı bölgede kendisinden çok şey beklenen ülke konumunda olmuştur. Ancak, 10 yılda gelinen durum ortadadır. Gerek ülke içinde terörle mücadele ediyor olması, gerek ekonomisinin yetersiz oluşu yüzünden Türkiye’nin bölgeye yeterli ilgiyi gösterip uluslar arası alanda ağırlığını koyamamıştır[65]. En azından böyle bir fikir Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin kamuoylarında ve halk nazarında hakimdir. Hatta bu konuda ülkemizde ilgili bir kamuoyu dahi oluşturulamamıştır. Bölgedeki gelişmeler medyada yeterli yer almamıştır. Bununla birlikte Türkiye’nin bölgede hiçbir şey yapmadığı söylenemez. Ama beklentilere cevap veremediği fikri cumhuriyetlerde yaygındır. Türkiye’ye öğrenci getirtilip üniversitelerde okutulması faydalı bir düşüncedir. Uygulamadaki bütün aksaklıklara rağmen Türkiye’nin adı geçen ülkelere yönelik politikasında bazı faydalar sağlamıştır. Bunların ileride daha da olumlu sonuçlar doğurması mümkündür.Türkiye’de 1991’de Bağımsız Türk Cumhuriyetleri  ortaya çıktığında devlet kurumlarında istihdam edilecek yeterli uzmanının olmamasının sıkıntısını her alanda hissetmiştir.

Ayrıca bazı kurum ve kişiler, bunların birer bağımsız devlet olduklarını unutarak duygusalca davranmışlar, iç işlerine karışmışlar ve neticede Türkiye zarar görmüştür.

Türk cumhuriyetleri 1991’de bağımsızlıklarını kazandıklarında Türkiye onlar için çok önemli bir ülke idi. Ortak, dil, tarih ve kültürel bağlarımız olduğu için büyük yakınlık doğdu. Aslında batı kamuoyunda Türkiye’nin çok işler yapacağı fikri hakim idi. Hatta bir ara Türkiye, Pan-Turanist olmakla suçlandı ise de kısa bir süre sonra bunun doğru olmadığı anlaşıldı. Türkiye’den umduklarını bulamayan cumhuriyetler batı ülkelerine yaklaşmaya çalıştılar. Karşılığında A.B.D. ve Avrupa devletleri bölgede kültürlerini de taşıyarak etkisini göstermeye  başladı.

Türkiye her şeyden önce bölgede duygusallıktan uzak profesyonelce bakış açısı ile bir politika geliştirmelidir. Duygusallık hataların yapılmasına yol açmakta, bazı ülkelerde ve durumlarda Türkiye’nin menfaatleri korunamamaktadır. Türkiye’nin yardımları da yine kendi menfaatleri doğrultusunda yerlerine ulaştırılmalıdır. Geçmişteki gibi ilgisiz kişilere bonkörce dağıtılmamalıdır. Atılan yanlış adımlar Türkiye’nin aleyhine dönmüştür.  Türkiye’den çok sayıda firma, iş adamı cumhuriyetlere gidip geri gelmiştir. Başarısız olmalarında gerekli donanımdan yoksun olmaları sebep gösterilebilir. Ayrıca o coğrafya insanlarını ve hukuk sistemlerini tanımamaları da önemli bir sebeptir. Böyle kişilerin gidip oralarda yanlış işler yapmaları Türkiye’nin prestijini sarsmaktadır. Başarılı firmalar ise aksine ülke lehine çok önemli itibar sağlamaktadır.

Özbekistan, Orta Asya cumhuriyetleri arasında lider olmak istemektedir. Ancak, diğer cumhuriyetler buna özellikle ulus-devlet olma sürecinde karşı çıkmaktadır. Üstelik bu cumhuriyetlerde bu fikre tepki doğmaktadır. Türkiye böyle bir anda devreye girerek çimento gibi söz konusu cumhuriyetleri barış içinde güvenle birbirine yaklaştırabilir.

Türkiye’nin bölgede uygulaması gereken politika ve strateji ekonomik, kültürel, siyasi ve askeri olmak üzere dört ana madde altında toplanabilir:

Türk kimliğini taşımalarından dolayı iş adamlarımızın büyük avantajı vardır. Sağlam firmalar gidip gerekli yatırımları yaparlarsa kaybolan prestij yeniden kazanılır. Diğer taraftan Orta Asya’da iş yapan batılı büyük firmalar işbirliğine gidilebilir. Şu anda özellikle tekstil ürünleri alanında Türk mallarının kalitesinin saygınlığı bulunmaktadır. Bu diğer alanlara da kaydırılabilir. Türkiye’den giden mallar biraz da mesafenin uzaklığından dolayı pahalıya gelmektedir. Bu da alım gücü zayıf olan o bölge insanlarının Türk ürünlerinden uzaklaşmasına yol açmaktadır. Bölge ülkeleriyle ikili çok sağlam ticari anlaşmalar yapılarak Türk firmalarının Orta Asya’da fabrika ve sair tesisler açarak üretim yapması desteklenmelidir. Özellikle diğer yabancı devletlerin yaptığı gibi hammadde kaynaklarına yönelik yatırımlarda yapılmalıdır. Bu konuda özelikle batılı devletlerle yarış içinde girilmeli mümkünse en öne geçilmelidir.

Yapılacak yardımlar kesinlikle bir esasa bağlanmalı karşılıksız yardımlar mümkün olduğunca az verilmelidir. Çünkü yardımlar Türkiye lehine herhangi bir fayda sağlayacak şekilde yapılmadığı gibi, söz konusu ülkelerin yapısı bunları yerlerine ulaştırmaya imkan sağlamaktan uzaktır.

Geniş bir perspektiften bakıldığında bölge ülkeleri kendilerinin ortak tarihe sahip olduklarını, aynı dili konuştuklarını yani aynı soydan geldiklerini bilmektedirler. Ancak bunu sürekli bilinç altına iterek kendilerini birbirlerinden farklı göstererek ulus devlet olma yarışına girmişlerdir. Bunu yaparken de daima birbirinden farklı yönlerini göstermektedirler. Özellikle kendilerinin mensup olmadığı milletlere soylarını bağlanmaktadırlar. Dolayısıyla gayri ciddi ve gayri bilimsel tarih anlayışları geliştirilmeye çalışılmaktadır. Sovyet dönemi tarihçiliğinin de bunda etkisi fazla olmakla birlikte, eski dönemlere eski kavimlere bağlanmak suretiyle ayrı milletler olduklarını ispat etmeye çalışmaktadırlar. Türkiye ile tarihi bağlarının olmadığını ya da zayıflığı konuları işlenmekte, resmi tarih anlayışlarında özellikle yer almaktadır[66].

Yapılması gereken ortak bir tarih şuuru geliştirmektir. Zaten mevcut olan tarih bağlar, gerek bilimsel platformlarda gerekse eğitim ve öğretimde vurgulanmalıdır. Özellikle dilin, tarihin, kültürün bir olduğunun işlenmesi bu cumhuriyetleri birbirine ve en önemlisi Türkiye’ye yakınlaştıracaktır. Bu da uzun vadede Türkiye’nin menfaatinedir. Daha da önemlisi Rusya, Çin, A.B.D. ve Avrupa devletleri ile Türkiye’yi aynı kefeye koymayacaklardır. Bu da Türkiye’ye siyasi ve ekonomik alanlarda avantaj sağlayabilir. Bu konuda cumhuriyetlerin tarihçileri ve ilimler akademileri ile temasa geçilebilir. Tarihçilerle ortak tarih platformu oluşturulabilir ve ortak akademik çalışmalar yapılabilir.

Tarihi açıdan bakıldığında bütün dünya tarafından bilinmektedir ki, Çin Seddinden Sibirya’nın derinliklerine ve Moskova’nın yakınlarına Hazar Denizine kadar her taraf Türk kültür değerleri ile doludur. Kültür değerleri araştırılmalı bir envanter çıkarılmalıdır. Bu konuda yerel diller ile Rusça, Çince gibi dilleri bilen uzmanlar yetiştirilmelidir.

Cumhuriyetlerden Türkiye’ye öğrenci getirtilip okutulmasına devam edilmeli, mümkünse sayı arttırılmalıdır. Her ne kadar bazı olumsuzluklar yaşansa da Türkiye’de okuyup dönen öğrenciler, ülkemizin lehine birer propaganda aracı konumundadır.

Türkiye’nin bölgede açtığı öğretim kurumları(yüksek, orta) ıslah edilmelidir. İyi bir planlama ile bölgelerin özelliklerine göre yeni yüksek veya orta öğretim kurumları açılabilir. Ancak, Türkiye’de Türk Dünyası Bilimler Akademisi gibi benzer bir kurum kurulmalıdır. Konferans sempozyum türü faaliyetlere ağırlık verilmelidir. Karşılıklı sanat ve diğer kültür faaliyetleri düzenlenmeli, sayıları arttırılmalıdır.

Tacikistan ve Özbekistan’da radikal İslamcı akımların hızla yayıldığı ve zemin bulduğu bilinmektedir. Türkiye laik yapısıyla bir model durumdadır. Demokratik düzeniyle laik yapısıyla bütün cumhuriyetlere örnek olabilir. Ama iç işlerine karışmadan dikkatli davranmalıdır. Aksi halde başarısızlıklar Türkiye’ye mal edilebilir ve bu durum ülkemizin imajını zedeler.

Askeri açıdan ikili anlaşmalar çerçevesinde gerekli eğitim, askeri malzeme ve benzeri konularda zaten yardım yapılmaktadır. Bu  yardımlar arttırılarak devam ettirilmelidir. Çünkü yapılan yardımlar Türkiye’ye prestij kazandırmaktadır. Dolayısıyla bu ülkelerde Türkiye’nin lehine bir havanın doğmasına yol açmaktadır. Afganistan’daki barış gücünün komutanlığının Türkiye tarafından üstlenilmesi de ülkemizin bölgede prestijini artırmıştır.

Türkiye’de devlet idarecileri, enerji planlamasından enerji güvenliğine kadar uzanan alanlarda mutlaka konuyla ilgili meslek odalarının, üniversitelerin ve hükümetler dışı kuruluşların görüşlerini dikkate almalıdır. Dünyadaki gelişmeler, ABD  gibi bir süper gücün, Çin gibi yükselen gücün, Rusya ve İran  gibi bölgesel güçlerin politikaları, birbirleriyle olan çatışma ya da işbirliği alanları, dış politika öncelikleri değerlendirilmeden geliştirilecek enerji politikaları eksik ve yanlış olma riskini taşırlar. Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesi bu ülkelerin doğal kaynaklarını Türk Cumhuriyetlerini  Rusya’ya bağımlı olmaktan kurtaracak, hayati bir projedir. Gerçekleştiği anda uluslar arası fiyatlarla satacaklar, ekonomik anlamda bağımsızlıkları siyasi anlamda bağımsızlıklarını pekiştirecektir. Bu anlamda Türkiye –  Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerini sağlamlaştıracak projelere öncelik vermeli, rakip devletlerin projelerine iltifat etmemelidir. Petrol ve doğal gaz alanındaki yatırım ve projeler, Türkiye-Türk Cumhuriyetleri ilişkilerinde stratejik önem taşımaktadır. Bu nedenle doğru organizasyon ve politikalar içerecek, yeni bir yaklaşımla bu alana hak ettiği önemi vermelidir[67].

Güvenlik boyutu  açısından da Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerini geliştirmesi çok önemli bir konudur. Her ne kadar eski önemini kaybetse de Türkiye, Nato’nun bir üyesidir. Zaten Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılından beri Türkiye  Pakistan’dan Balkanlara kadar daima çeşitli ittifakların içinde yer almış, bölge barışında önemli roller üstlenmiştir. Orta Doğu’daki son gelişmelerde dahi Türkiye’nin konumu ve  durumu ortadadır. Diğer taraftan Karadeniz çevresi ve Kafkaslarda da aynı durum söz konusudur. Türkiye, kendine yakın bölge güvenliğini ilgilendiren hususlarda dikkatli davranıyorsa, aynı hassasiyeti Orta  Asya Türk Cumhuriyetlerine de göstermek durumundadır. Çünkü, Orta Asya’daki siyasi ve benzeri gelişmeler,  başta Rusya, Kafkasya, Doğu Avrupa, Afganistan, İran ve Orta Doğu’’u doğrudan veya dolaylı etkileyebilir.

Her ne kadar tarihi rakip de olsa Türkiye’nin ilk planda Rusya Federasyonu  ile ilişkilerini geliştirmesinde Türk Cumhuriyetleri açısından yarar olabilir. Bölgede Rusya’nın mevcut prestiji ve etkisi göz önüne alındığında, Türk Cumhuriyetlerinin Türkiye ile yakınlaşmasına dolaylı katkı sağlayabilir.

Gelecekte Türkiye’nin uluslar arası ilişkiler çerçevesinde ve akrabalık bağlarından dolayı yakın temas kurması neticesinde ağırlığı artarsa kendine gelecekte yeni müttefikler bulacaktır. Bu da Türkiye’nin Avrupa ve ABD karşısında dünya siyasi platformunda yalnız kalmasını engelleyebilecektir. Aksi durumda ise diğer devletler ön plana çıkacaklar, bölgeyi kendilerine ekonomik ve  sosyo-kültürel olarak bağlayacaklar, Türkiye yalnız kalacaktır. Kısacası Türkiye ekonomik  ve siyasi açılardan kayıplara uğrayacaktır. Neticede Türkiye, ABD ve Avrupa devletlerinden bir adım önde olmak zorundadır. Bunun için faydalanabileceği gerekli avantajlara sahiptir.

                                                                           

                                                                                                             Prof.Dr. Ahmet Taşağıl

Mimar Sinan Üniversitesi

                                                                                                         Fen-Edebiyat Fakültesi

                                                                                                          Tarih Bölümü


[1] Türk Dünyasının eski ve yeni devirlerini anlatan bir çok  geniş kapsamlı kitap yazılmıştır. Bu konu da eserlerin bazıları  için bkz. W.M.McGovern, The Early Empires of Central Asia, Chapel-Hill North Carolina, 1939; O. Lattimore, İnner Asian Frontiers of China, Oxford University Press, Newyork 1988; Th. Barfield, The Perilous Frontier, Blackwell press, Massachusetts, 1989; D.Sinor, The Cambridge History of  Early Asia, Cambridge, 1990;W. Barthold, Histoire des Turcs D’asie Centrale, Adrian Maisoneuve. Paris 1940;D.Christian, A History of Russia, Central Asia, and Mongolia,I, Oxford 1998; J.P.Roux, L’Asie Centrale Histoire et Civilisations, Fayard , Lille 1997; K.H.Menges, The Turkic Languages and Peoples, Wiesbaden 1968; Yazıki Mira(komisyon), İzdatelski Dom Kırgızstan, Bişkek 1997; J.Forsyth, A History of the Peoples of Siberia, Cambridge University Press, Cambridge 2000

[2] Dünyada Türklük araştırması  yapan kurumlar  konusunda bkz.İ.Soysal-M.ErenTürk İncelemeleri   Yapan Kuruluşlar, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1977.

[3] Shih Chi 110, s.2879 vd( Tarihi Hatıralar anlamına gelen  ve M.Ö. 2. Asrın başında yazılan Çince Tarihi kaynak, 1987 Tai-pei baskısı)

[4] Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi yay., İstanbul 1987, s.52-54

[5] Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. M.H.Yinanç, Türkiye  Tarihi Selçuklular Devri I, İstanbul 1944; O.Turan, Türkiye Selçukluları, Ankara 1988; İ.H.Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu Devletleri, Türk Tarih  Kurumu yay., Ankara  1984; O.Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, Nakışlar yaınevi, İstanbul 1980; T.Baykara, Anadolunun Tarihi  Coğrafyasına Giriş, Türk Kültürünü Araştırma Ens.yay., Ankara 1988,s.43-53,65-96; M.A.Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Dii Tarih ve Coğyrafya fak.yay., Ankara 1963; A.Sevim, Anadolunun Fethi, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 1988.

[6] F.Sümer, Safevî Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 1992.

[7] İ.Aka, Timur ve Devleti,  Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 1991.

[8] A.Yu.Yakubovsky, Altın Ordu ve Çöküşü(terc. H.Eren), Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 1992.

[9] Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Z.V.Togan, Türk İli(Türkistan) ve Yakın Tarihi, Enderun yay., İstanbul 1981, s.106-122.

[10] Don-Volga Projesi hakkında daha fazla bilgi için bkz.H.İnalcık, Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei ve Don-Volga Kanalı Teşebbüsü(1569), Belleten, N.46, 1948,s.349-402; A.N.Kurat, Türkiye ve İdil Boyu,   Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi yay., Ankara 1966

[11] Özbekistan Tarihi SSR, 1958, s.221-228.

[12] Seydi Ali Reis, Mir’at’ül-Memalik(yay.A.Cevdet) İstanbul 1313, s.64-65, 68-69.

[13] F.Sümer, Türk Cumhuriyetlerini Meydana Getiren Eller ve Türk Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yay., İstanbul 1997, s. 187-196

[14] Müjgan Cunbur, Karacaoğlan, Devlet Kitapları yay., Ankara 1973,s. 329.

[15] Osmanlı Devleti ile Kafkasya Türkistan ve Kırım Hanlıkları  Arasındaki Münasebetlere Dair Arşiv Belgeleri(1687-1878), TC Başbakanlık Devlet  Arşivleri Genel Müdürlüğü yayınları, Ankara M.Saray, Rus İşgali Devrinde Osmanlı Devleti ile Türkistan Hanlıkları  Arasındaki Münasebetler(1775-1875), İstanbul Üniversitesi Ed.Fak. yay., İstanbul 1984.

[16] B.Hayit, Rusya ve Çin Arasında Türkistan, Otağ yay., Ankara 1975,s.78-115.

[17] Gafer Seydahmet Kırımer, Gaspıralı İsmail Bey(haz.R.Bakkal),İstanbul 1996; M.Saray Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey, Türk Kültürünü Araştırma Ens.  Yay., Ankara 1987; N.Devlet, İsmail Bey (Gaspıralı), Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1988.

[18] Cafer  Seydahmet, Gaspıralı İsmail Bey, s.71-79; A.N.Kurat, Türkiye ve Rusya, Dil Tarih ve Coğrafya Fak. yay., Ankara 1970,s.413 vd.;   N.Devlet, Rusya Türklerinde Milliyetçilik(Türkçülük) Şuurunun Gelişmesi, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 14, ekim 1981, s.152 ; N.Hablemitoğlu, Çarlık Rusya’sında Türk Kongreleri, Kırım Dergisi Tarih  Araştırmaları Serisi, no 1, Ankara 1997, 113-118.

[19] Saray, Atatürk ve Türk Dünyası, Acar yay.,İstanbul 1988,s.8

[20] S.Blank, The Soviet Reconquest of Central Asia, Central Asia(ed. H.Malik),  St. Martin Press, Newyork  1994, s.41

[21] Ş.S.Aydemir, Enver Paşa: Makedonya’dan Orta Asya’ya, İstanbul 1972,C.III,s.455-456; Saray, Atatürk ve Türk Dünyası,s.18

[22] Türkiye Büyük   Millet Meclisi Gizli Celse  Zabıtları, TBMM yay., Ankara 1984,s.154

[23] Z.V.Togan, Hatıralar, İstanbul 1969,s.375

[24] Saray, Atatürk ve Türk Dünyası, s.14

[25]  E.B.Şapolyo, Atatürk ve Üç Kılıç, Türk Kültürü, sayı 35(Kasım 1965),s.86,87

[26] Şapolyo,s.86-87

[27] M.Saray, Dünden Bugüne Afganistan, Boğaziçi yay.,  İstanbul 1981, s.206

[28] Saray, Atatürk’ün Sovyet Politikası, İstanbul 1984

[29] Atatürk’ün Millî Dış Politikası, 1919-1923, Ankara 1981,C.I, s.202-206

[30] M.Saray, Afganistan  ve Türkler, İstanbul Üniversitesi Ed.Fak. yay., İstanbul 1987

[31] Atatürk’ün Millî Dış Politikası, I, belge 36,s.218-219

[32] Ali Fuad Cebesoy, Moskova Hatıraları, İstanbul 1955, s.255

[33] Saray, Türk-Afgan Münasebetleri, Veli yay., İstanbul 1984, s.30-32.

[34] Saray, Atatürk’ün Sovyet Politikası, s.27

[35] Saray, aynı eser, s.43

[36] Ali Fuat Cebesoy, Moskova Hatıraları, İstanbul 1955

[37] A.N.Kurat, Türkiye ve Rusya, Ankara 1970,s.649-652;Saray,Atatürk ve Türk Dünyası, İstanbul 1988, s.8-11; S.Yerasimos, Türk- Sovyet İlişkileri, İstanbul 1979, s.35-37; F.Armaoğlu, “Bolşevik İhtilali ve Self-Determination Prensibi”, Siyasal BilgilerFakültesi Dergisi, XVII/2(1963), s.211-250

[38] Saray, Atatürk’ün  Sovyet…., s. 66.

[39] O.Smolansky, “ Turkish and İranian Policies İn Central  Asia”, Central Asia(ed. H.Malik), St.Martin Press, s.292

[40] S.Becker, “The Russian Conquest of Central Asia and Kazakhstan, Motives, Methods,Consequences”, Central Asia(ed.H.Malik), St.martin Press, Newyork 1994,s.31-34

[41] Sovyet dönemindeki demografik yapı, etnik dağılım ve ekonomik kaynaklar konusunda daha fazla bilgi için bkz. N.Devlet, Çağdaş Türk Dünyası, Marmara Üniversitesi yay., İstanbul 1989.

[42] B.Güngör,” Post-Komünist  Geçiş Sürecinde Dünyada ve Orta Asya  Türk Cumhuriyetlerinde Ekonomik kalkınma Çabaları ve Sonuçları”, Türk Cumhuriyetleri(der.E.G.Nascali), Sota yay., Haarlem 2001, s.505-516

[43] Türk Cumhuriyetlerinin bu dönemdeki ekonomik durum değerlendirmeleri için bkz.R.Pomfred, The Economies of Central Asia, Princeton 1995.

[44] Cumhuriyet, 27 Aralık 1998,s.11

[45] Bu konuda daha fazla bilgi için bkz.M.H.Glantz,A.Z.Rubinstein, and I.Zonn, “Tragedy  in the Aral Sea Basin:Looking Back to Plan Ahead?”, Central Asia(ed.H.Malik), St.Martin yay., Newyork 1994 ,s.159-194.

[46] Ayrıca bkz.O.Roy, La Nouvelle Asie Centrale ou la Fabrication des Nations, Paris 1995,s.243-274; V.Naumkin, “Experience and Prospects for  Settlement of Ethno-national Conflicts in Central Asia and Transcaucasia”, Central Asia,s.157-166

[47] E.Gürsoy-Nascali, “Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin Dil Politikaları”, Türk Cumhuriyetleri(Ed.E.G.Nascali),  Sota yay., Haarlem, 2002,s.55-61

[48] S.Akiner, “Sovyet Sonrası Orta Asya Cumhuriyetlerinde Modernleşme, Siyaset ve İslâm”, Türkler 19, Ankara 2002, s.44-46

[49] Türk Cumhuriyetlerindeki insan hakları ve demokratikleşme konusunda daha fazla bilgi için bkz.Human Rights and Democratization in the Newly İndependent States  of  Former Soviet Union,Compiled by the Staff  of Comission on Security and Cooperation in Europe, Washington DC, January 1993, s.174 vd.

[50] P.Akçalı, Orta Türk Cumhuriyetlerinin Bağımsızlık Dönemi Temel Sorunlarına Genel Bir Bakış, Türk Cumhuriyetleri(Der. E.G.Nascali),  Haarlem 2001 ,s.17-32

[51] İrina D.Zviagelskaya, Central Asia and Transcaucasia: New Geoploitics,, s.136;  Newsweek, February,3, 1992

[52] E.Çarıkçı, “Türk Cumhuriyetlerinde Ekonomik Gelişmeler ve Türkiye’nin Katkıları”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 16, Ankara 1997,s.765-772

[53] A.Doğan, “Orta Asya Ülkelerinin Dış Pazarlara Açılma ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatının(ECO) Rolü”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 16, Ankara 1997,s.803-806.

[54] Hafeez Malik, “Central Asia’s Geopolitical Significance and Problems of İndependence”, Central  Asia, Newyork 1994 ,s.9 vd.

[55]  İlişkilerin seyri konusunda daha fazla bilgi için bkz. İ.Bal, Turkey’s Relationship with the West and the Turkic Republics, Burlington 2000; G.Winrow, Turkey in Post-Soviet Central Asia, London 1995; P.Robins,” Between Sentiment and Self-interest: Turkey’s Policy Toward Azerbaijan and the Central Asian States”, The Middle East Journalvol.47, No.4, Autumn 1993,s.593-610.

[56] Oles M.Smolensky, “Turkish and İranian Polcies in Central Asia”, Central Asia, Newyork 1994,s.292-298

[57] B.Ersanlı, “Türkiye’nin Dış Politikasında  Türkçülük ve Avrasya”, Türk Cumhuriyetleri,s.149

[58] A.Çeçen, “Avrasya Süreci”, Ulusal, 4. Sayı Güz 1997,s.21-25.

[59] N.Devlet, “Bağımsızlığın 10.Yılında Türk Dünyasında Rusya Faktörü”, Türk Cumhuriyetleri, s.182

[60] E.Hatipoğlu, “Yeltsin(1990-1999) ve Putin(2000-) Döneminde Rusya Federasyonunun Orta Asya Politikası”,  Türk Cumhuriyetleri,s.185

[61] Hatipoğlu, s.188

[62] Hatipoğlu, s.194-197.

[63] Sovyet-Çin sınır anlaşmazlıkları için bkz. İstoriya otnoşeniyi  na dalnem vostoke 1945-1977, Habarovsk 1978, s.168-211; Su Chi, Sino-Soviet Border Negotiations:1969-1978, Proceedings of the İnternational Conference on China Border Area  Studies, Tai-pei 1985,s.779-866 ; Ram Rahul Sheel, “China, Russia and  Central   Asia”, aynı eser, s.1809; Wang Chin, “Wei-hsing Pa-she Chung-e Pien-ching ti-t’u”, Pien-cheng Yen-chiou  Suo-nien-pao, sayı 19, Tai-pei 1988, s.197-198.

[64] F.Stephen Larrabee-Ian O.Lesser, Turkish Foreign Policy in An Age of Uncertainty, Washington DC 2003,s.115-116

[65] aynı eser,s.102 vd.

[66] A.Taşağıl, Türk Cumhuriyetlerinde Tarih  Anlayışı, Türk Cumhuriyetleri, s.305-309

[67] N.Pamir, Orta Asya ve Kafkaslarda Enerji Kaynaklarının Stratejik Önemi ve Petrol Politikaları, Türk Cumhuriyetleri, s.498

Exit mobile version