SEDAT ŞENERMENZOR YAZI

KUR’AN’DA HİLAFET YÖNETİMİ VAR MI? / Sedat Şenermen

 Saygıdeğer Okurlarım,

Sağlık, huzur, umut, mutluluk içinde tüm sevdiklerinizle birlikte bayram tadında bir bayram geçirmenizi içtenlikle diliyorum.

 

  1. Kur’an’daki Halife Sözcüğü Ne Anlama Geliyor?

 

Dengesini bozmadan evrene egemen olma anlamında kadın-erkek herkes halifedir

Kur’an’da siyasal egemenlik, yeryüzü egemenliği bütünüyle Allah tarafından insana verilmiştir ve bu egemenlik hakkını özgür iradesi ile nasıl kullanacağı açıkça Kur’an’da bildirilmiştir.[1] Allah, egemenlik yetkisini tek tek insana vermiş ve ondan bu yetkisini mutlaka adalet ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde kullanmasını istemiştir.[2]

Kuşkusuz evrende tek ve mutlak egemen, güç ve kudret sahibi sa­dece ve sadece Allah’tır.

Bu sebepten insanın egemenliğinin, elbette kozmik ve ontik anlam­da mutlak olması düşünülemez.

Her şeyi ile sınırlı ve sonlu bir varlığın, mutlak sınırsızlığından, mutlak egemenliğinden söz edilemez.

Ancak o, “yeryüzündeki bir halife” sıfatıyla, emrine verilmiş olan “yeryüzü”ne/”evren”e egemen olmalıdır.[3] Çünkü yeryüzü de, evren de insana boyun eğebilecek biçimde yaratılmıştır. O halde insan,

* Aklı ve özgür iradesi ile dünyaya egemen olmalı;

* Kendisineemanetolarak verilen ve “teshir” edebileceği /boyun eğdirebileceği bu varlığı, teshir sözcüğündeki olumlu anlam çerçevesinde,

Ona zarar vermeden,

– Var kılınış dengesini bozmadan geliştirip zenginleştirerek en iyi şekilde yönetmelidir.[4]

İşte bu noktada, biraz geriye giderek insanın yaratılışını, Allah’ın onu halife /yeryüzüne egemen kılışını, bir kez daha Kur’an’dan Kur’anca gözden geçirmek gerekecektir.

 

  1. Allah, Aklını İşleten Kadın-Erkek Her Kişiye Yeryüzüne Egemen Olma Görev ve Sorumluğu Vermiştir

 

(a) Yeryüzünde bir varlığın “halife” kılınması konusu ya da Âdem kıs­sası Kur’ân’da Bakara/30-37. ayetlerinde anlatılır. Bizi burada doğrudan ilgilendiren ilk dört ayet şöyledir:

“Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde (onu sahiplenip imar edecek) birini halife yapacağım” demişti.

Bunun üzerine melekler de, “Hayret! Orada bozguncu­luk yapacak, kan dökecek birini (halife) mi yapacaksın?”

Oysa biz Sana hamdediyor, Seni tesbih ediyor, tenzih edip yüceltiyoruz[5] demişler, Allah da, “Hayır! Ben sizin bilmediklerinizi çok daha iyi bilirimdiye karşılık vermişti.”

Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti[6]. Bir süre sonra, ona isimlerini öğrettiği varlıkları meleklere gös­terip, “Mademki, (insanın yeryüzünde halife olamaya­cağı konusunda) doğruyu söylüyorsunuz, haydi bana şunların isimlerini söyleyin bakalımdedi.”

Melekler dediler ki: “Ey Rabbimiz! Sen yüceler­den yücesin. Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz Bizim, Senin öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphe­siz Sen Alîm’sin; her şeyi ve kime ne öğreteceğini çok iyi bilirsin. Hakîm’sin; her işini bir hikmete göre yapar ve sağlam hükümler koyarsın.”

Bunun üzerine Allah, “Ey Âdem! Meleklere şunların isimlerini (bir bir) söyle (de görsünler!)” dedi. Âdem de onlara bu varlıkların isimlerini (tek tek) söyleyince Al­lah buyurdu ki: “Ben size, göklerde ve yerde gizli, görünmeyen ne varsa hepsini bilirim demedim mi? Açığa vur­duklarınızı da bilirim, gizlediklerinizi de.” [7]

 

(b) Kur’ân’da “halife” sözcüğünün geçtiği ikinci yer, Sâd/26. ayetidir:

Ey Davud! Biz, seni bu ülkede halife (hükümdar) kıldık. Öyleyse insanlar arasında hakkaniyetle hükmet; hevâ ve hevesine uyma. Yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır. Bil ki, Allah yolundan uzaklaşanlara, hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azap vardır.”

 

Görüldüğü üzere Kur’ân’da sadece Bakara/30 ve Sâd/26. ayetlerinde geçen “halife” sözcüğü kesinlikle teknik anlamında,

Yani Al­lah adına iş gören ve

O’nun yetkilerine sahip bir kişi anlamında kullanılmadığı gibi,

Hilâfet” sözcüğü de Kur’an’da hiç yer almaz.[8]

Tekrar edelim ki, bütün bu ayetlerde Allah’ın halife olarak yarat­tığı insan,

Kesinlikle Allah’ın vekili ve

O’nun yerine iş yapan bir varlık olarak görülmemektedir.

Ayrıca Kur’ân’da geçen “halife” ve türevleri ile ilgili ayetlerin ta­mamında “halife” kelimesinin “peygamberin yerine geçecek kimsenin unvanı olacağına” ya da “olması gerektiğine dairaçık bir işaret de yoktur.

 

  1. Allah’ın Elçisi Muhammed (a.s) ve Ondan Sonraki Dört Kişinin Bu Konudaki Durumları Ne İdi?

 

Allah’ın Elçisi, 8 Haziran 632 tarihinde, Müslümanların komutanlığını, dinî ve dünyevî her türlü işlerini yürütecek, yani devleti yönete­cek kimseyi tayin eden açık bir söz söylemeden veya yazılı bir vasiyette bulunmadan vefat etmişti.

Onun bu tutumundan da Kur’ân’ın Müslümanların yönetim işini, içinde bulundukları şartlara göre kendi tercihleri yönünde çözme­lerini istemiş olduğu açıkça ortaya çıkar. Zira daha açık ve kesin bir ifade ile

* “Hilâfet” dinî değil,

* Tam anlamıyla siyasî ve beşerî bir iştir.[9]

Neden mi böyle tanımlıyoruz?

Çünkü İslâm, bir “ruhban”, yani Tanrı adına O’nun gücünü ve ik­tidarını paylaşacak bir sınıfı kabul etmediği için, iktidarın “din” adına paylaşılması da söz konusu değildir.

 

Onun içindir ki Hz. Peygamber, kendisinden sonra ümmetin nasıl devam edeceğine ve yerine kimin geçeceğine, kısaca İslâm devletinin yönetim biçimine dair herhangi bir söz söylememiş veya işarette bu­lunmamıştır.

Öyle görünüyor ki o, Müslümanların halife meselesini kendi baş­larına çözmelerini düşünmüştür. Aslında bu anlayış, onun devrinin an­layış ve geleneğine son derece uygundu. Üstelik kendisinden sonra bir peygamber de gelmeyecekti.

Şu halde o, Arap geleneğine uygun olarak yeni bir önderin seçimi için kapıyı açık bıraktı.

Nitekim sahabe bu konudaki uzun tartışmalardan sonra Hz. Ebubekir’i Hz. Peygamber’in yerine onun halifesi olarak seçti.[10]

Aslında “Halîfetu Resûlillah” (Allah’ın Elçisinin Halifesi) unvanı, ilk defa Hz. Ebûbekir tarafından, “peygamber ile sona erdiğine inanılan risâlet vazifesi hariç, onun bütün salâhiyet ve faaliyetlerinin yerine ge­tirilmesini tazammun eder”.[11]

Bu arada, unvana dinî bir mahiyet yüklemek maksadıyla “Halifetullah” (Allah’ın Halifesi) unvanı kullanılmak istenmişse de Hz. Ebû Bekir şiddetle itiraz etmiş ve kendisinin ancak Allah’ın Elçisinin halîfesi olduğunu söylemiştir.[12]

 

  1. Emevi ve Abbasilerin Tavrı, Dinsel Değil, Siyasal İdi

 

Ancak Halife Osman hakkında kullanılmaya başlananHalifetullahunvanı, özellikle Emevîler döneminde yaygın bir şekil kazanmış­tır. Bunun amacı, Emevîlerin kendilerinin Allah tarafından tayin edilmiş idareci veya vekil oldukları iddiasıyla dinî meşruiyet iddiasıdır.

Maamafıh Abbasîler de buna benzer şekilde, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” gibi unvanlarla, bu iddiayı devam ettirmişlerdir. Üstelik kelimenin aslında bulunmadığı halde, “Allah’a, Resule ve ulü’l-emre itaat edin”(Nisâ/59) ayetini halifeye yükleyerek, halifenin görevine İlâhî bir kutsallık verildi.

Oysa Hz. Ömer, “halife” sözcüğünün bir kutsallık taşımadığına, dinî bir vasfı bulunmadığına inandığı içindir ki,[13] kelimenin ruhuna sa­dık kalarak, “halîfetu-halîfeti resulillah” (Resûlullah’ın halifesinin hali­fesi) unvanını kullanmak istemiş; ama bu da çok uzun olduğu için daha sonra “emîru’l-mü’minîn” (mü’minlerin emiri) unvanı tercih edilmiştir.

“Halîfetu Resulillah” (Allah’ın Elçisi’nin Halifesi) sözü, Hz. Peygamber’in hukukî ve dünyevî görevinin vekili anlamındadır; çünkü onun peygamberlik görevi onunla son bulmuştur.

Ümmetin manevî rehberliği bir bütün olarak Müslüman toplum tarafından üst­lenilmiştir.

Onun için halife, dinî nasslara yeni eklemeler ve yorumlar getirme­ye yetkili değildir. Onun görevi, sadece eski doktrini muhafazadır ve şeriatın korunması ve uygulaması hususunda bir otorite temsilidir.[14]

Ümmetin önderi olarak halife hakkındaki siyasî doktrinler, halife­nin görevine dair kelamî ve fıkhî doktrinlerden kolayca ayırt edilemez.

Nitekim ilk dönemde bu hususta oluşan gelişmeler, ayrılıklar, tartışmalar oldukça dikkat çekicidir. Aslında kısaca sünnî siyaset teori­si, ümmetin tarihinin rasyonalizasyonundan ibarettir.

İşin aslına bakılacak olursa, İslâm, Müslümanların işlerinin şûrâ (Âl-i İmrân/159; Şûrâ/38), yani karşılıklı danışma, meşveret yoluyla yürütülmesini emreder.

 

  1. İmparatorluk Haline Gelmiş Bu Yapının Tek Başına Problemleri Çözmesi İmkânsızdı

 

Halifenin, genişlemiş ve çeşitli ırklar, kültürler ve coğrafyadan oluşan bir imparatorluk haline gelmiş bir yapının, mahiyeti gereği tek başına üstesinden gelmesi ve bu sistemin Kur’ân’ın istediği barış ve düzen içinde bir topluluk oluşturması beklenemezdi.

* Nitekim Hz. Ömer, çok açık bir biçimde bu problemi görmüştü. Özellikle kendi döneminde İslâmiyet’in çok hızlı büyümesi, olayların akışını da hızlandırıyordu.

* Fetihler sonucu yeni yerlere yerleşen kabile mensupları, fethedilen bu yerleri sanki özel mülkiyetleri gibi görme eğiliminde idiler.

* Valiler kontrol edilemez durumda idi. Sosyal tansiyon alabildiğine yükselmişti.

* Medine’de kurulmuş olan hilâfet rejimi, tabiatı gereği, imparator­luk politikasının çarkını kontrol için uygun değildi.

* Bunun içindir ki Hz.Ömer, kendi yerine Hz. Ebubekir’in yaptığı gibi birini vasiyet etmeyip, alabildiğine büyümüş ve teşkilâtlı hale gelmiş idare işini, ümmetin sorumluluğuna bırakmanın uygun olacağını düşünerek, i şûrâ’ya havale etmişti.

Esasen kendi döneminde de işlerin şümulü karşısında, daima bir müşavirler kadrosu bulundurmuştu.

Kaldı ki, İslâm’ın şûrâ emri dikkate alındığında, devlet başkanına, hal­kın iradesini temsil eden bir yasama meclisinin yardımcı olması, son dere­ce tabiîdir;[15] çünkü İslâm’da devlet kurumu, vekâletnamesini halktan alır ve bu yüzden de zorunlu olarak demokratiktir. Burada gerekli olan halkın hakiki desteklerinin ve amaçlarının neler olduğunun belirlenmesidir.

Bu hususta en önemli hedefler, İslâm’a göre,

♦ Devletin güvenlik bütünlüğünün korunması,

  • Hukukun ve düzenin korunup kollanması,
  • Ülkenin ve ülkedeki bütün bireylerin her türlü yeteneklerinden tam olarak yararlanılabileceği ve bütünün refahına katkıda bulunabileceği şekilde geliştirilmesidir.

Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi, “halife” kavramının Hz. Peygamber’in vefat ettiği 632 tarihinden Hz. Ömer’in vefat ettiği 644 tarihine kadar sahip olduğu anlamın, bu tarihten sonra ciddî bir anlam değişikliğine uğratılarak

* İnanç esaslarıyla ilgili dinî bir muhtevaya büründürülmesi

* Ve dolayısıyla kutsallık kazandırılması,

Hem İslâm,

Hem dinî düşünce tarihi,

Hem de İslâm ülkeleri için daima olumsuz bir tablo oluşturmuştur.

 

  1. Kur’an’a Göre Din Evrenseldir

DînTek,Şeriat”lar İse Muhtelif Ve Çoktur

 

Oysa Hz. Muhammed, bütün faaliyetlerinde kendisinin yenilikçi olmadığını ısrarla belirtmişti.

Hattâ dini bile yeni baştan icat edilmiş değildi; çünkü ona göre İs­lâm, daima var olmuştu ve Hz. İbrahim ile başlayan önceki peygamber­lerin dininden farkı yoktu.

O, sadece, daha önce gönderilen dinlerin bozulan kısımlarını düzel­tiyor ve Allah’ın dinini yine O’nun esaslarına göre var kılıyordu.[16]

Buna göre Kur’an’daki ifadesiyle “ed-dinevrenseldir/tarih-üstüdür. Bunun böyle olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de çok açık bir biçimde ortaya konmuştur:

Allah, Nuh’a emrettiği, sana da vahyettiğimiz, ayrı-ca İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz dini, sizin
için de din kıldı. O dini dosdoğru uygulayın, o konuda
asla ayrılığa düşmeyin. Senin davet ettiğin bu din/tevhid inancı müşriklere ağır geldi. Oysa Allah dilediğini /hidayet yolunu tercih edeni bu din için seçer ve kendisine yönelenleri doğru yola ulaştırır
.” (Şûrâ/13)

 

Aslında bu ayetle Yüce Allah, her Elçisi’ne farklı biçimler içinde bil­dirilen kanun /kanun yapma ve yol/yöntem anlamında “şere‘a/şir‘a/şeriat”[17] ile tüm elçiler için aynı ve tarih boyunca hiç değişmemiş olan Allah’ı birleme/tevhîd anlamındaki “ed-dîn” arasında kesin bir ayrım yapmış olmaktadır.

Buna göre “dîn” tek, “şeriat”lar ise muhtelif ve çoktur.

Bu durumda şir‘at/şeriat ve minhâc, dinsel, siyasal, sosyal ve ekono-mik her türlü yaşam şartlarını, toplumun ihtiyaçlarını, yaşanılan dönemin anlayışına ve algılayışına göre düzenlemeyi / oluşturmayı ifade eden kavramlardır.[18]

Dolayısıyla yöneticilerin kendilerini sorumluluktan kurtarmak ve dokunulmazlık kazanmak için yapıp-etmelerini, Allah’ın iradesinin so­nucu olarak görmeleri, bir zihniyet sapmasıdır; İslâm mesajına aykırı bir tutum ve davranıştır. Açıkça bir ilâhlık iddiasıdır.

Öte yandan bu çürük ve menfi zihniyet, tıpkı halifelerin ya da yö­neticilerin kendilerine yapıldığı gibi, muâmelat dediğimiz kişiler arası ilişkilere de değişmezlik ve dokunulmazlık vasfı kazandırılmasına neden olmuştur.

Oysa muâmelat, hakkında nass, yani ayet ve hadîs bulunanlar da dâhil tamamı içtihâdî’dir, yani aklımızı kullanarak yapacağımız yoruma bağlıdır. Bu hususta yapılacak yorumlarda, o hükmün indiriliş ama­cına göre anlamlandırılması ve maslahatın (kamu yararının) gözetilmesi temel amaçtır.

Bunun anlamı da,

* Artık kanunların yapımında ve dolayısıyla insanlar­ın kendi aralarındaki ilişkileri belirlemeleri ve siyasal egemenliklerini kullanmaları sırasında, değişmezliğine inanılan katı kurallara ve dogmalara göre değil,

* Hak, hukuk ve adalet ölçüleri içinde zamanın ihtiyaçlarına ve yaşamın gerçeklerine cevap bulacak özgür akıl ve bilim yolunun kurallarına uymalarının gerekliliğidir.

Bu noktada İslâm, denebilir ki, evrensel dinler arasında kendine güveni en fazla ve en güçlü olanıdır.

Çünkü Kur’ân, insanı,

Israrla her hususta aklını kullanmaya,

Evrenin sırlarını çözmeye,

– Dengesini bozmadan evrene egemen olmaya,

Olayları ve olguları sormaya, sorgulamaya, üzerinde düşünmeye ve

Yeni şeyler üretmeye çağırır.[19]

 

  1. Atatürk’ün Uygulaması Kur’an’a, Akla, Bilime Uygun

 

İşte Mustafa Kemâl Atatürk, Kur’ân’ın bu açık tebliğini derinden kav­radığı içindir ki, insanınözgür bir bireyolarak toplumdaki yerini sağlam bir biçimde alabilmesi ve bir yurttaş olabilmek için gerekli olan sorumluluk ve yükümlülüklerinin bilincine erebilmesi/idrak edebilmesi için,

  • Önce eğitim ve öğretimdeki parçalanmışlık yerine “öğretimlerin birliğinin/tevhîd-i tedrisat’’ın getirilmesinin;
  • Hemen arkasından da “Allah adına” iş yaptığı ya da insanları, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” sıfatıyla yönettiği varsayılan “halife”nin ve halifeliğin kaldırılmasının mutlak gerekliliğine inanmıştı.

Çünkü o biliyordu ki, “hilâfet”, daha baştan itibaren dinî değil, tam anlamıyla siyasî ve beşerî bir iştir.

Yine, o çok iyi biliyordu ki, Hz. Peygamber, kendisinden sonra toplumun işlerinin nasıl yürütüleceğine ve yerine kimin geçeceğine, kısaca İslâm toplumunun yönetim biçimi­ne dair herhangi bir şey söylememiş veya en küçük bir imâ ve işarette dahi bulunmamıştır. Çünkü kendisinden sonra bir nebî veya bir resûl de gelmeyecekti.[20]

 

NOT: Saygıdeğer Okurlarım,

Bir süre, sizlerden izin istiyorum. Haftalık yazılarıma ara vermek istiyorum. En içten saygı ve sevgilerimle.

 

Kaynakça

[1] Bu husustaki buyruklar ve örnekler için bkz. Prof.Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI, Din ve Devlet İlişkileri, Muğla, 1997, Muğla Üniversitesi Yayınları, s.16-39; aynı yazar, “Din ve Devlet İlişkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XIII /38 (Temmuz 1997), s.593-602.

[2] Prof.Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI, ATATÜRK’ÜN Din ve Laiklik Anlayışı, Ankara, 2022, 2.Baskı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, s.66.

[3] İBRAHİM/32, 33; NAHL/12, 14; HAC//65; LOKMAN/20; CÂSİYE/12.

[4] Prof.Dr. FIĞLALI, ATATÜRK’ÜN Din ve Laiklik Anlayışı, s.66.

[5] “Hâl böyle iken biz sorumluluk üstlenmeye daha layık değil miyiz?” Bkz. Mustafa ÖZTÜRK,  Kur’an-ı Kerim Meali– Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri, Ankara, 2008, Otto Yayınları, s.5.

[6] Ethem Ruhi FIĞLALI’ya göre, “Allah, Adem’e bütün isimleri öğretti” ifadesi ile; insana konuşma, düşünme, öğrenme, öğretme, âlet yapma, geliştirme ve bilim yapma yeteneğinin verilmesi kastedilmektedir. Bkz. ATATÜRK’ÜN Din ve Laiklik Anlayışı, s.67.

  1. Öztürk ise “Allah, Âdem’e tüm isimleri öğretti” aye­tine şu yorumu yapar: “Yani ona kâinattaki varlıkları isimlendirme, onların mahi­yetlerini ve işlevlerini anlayıp kavrama kabiliyeti verdi.” Bk. Mustafa ÖZTÜRK, Kur’an-ı Kerim Meali, s.5.
[7] A. ŞENER- M.C. SOFUOĞLU- M.YILDIRIM, Yüce Kur’an ve Açıklamalı- Yorumlu Meâli, İzmir, 2008, s.5.

[8] Kur’ân’da “Halife” sözcüğü ve çoğul olarak hulefâ, halâif şeklindeki kullanışların anlamları ve müfessirlerin yorumları hakkında bkz. A.Bülent ÜNAL, İlk Devir İslâm Düşüncesinde Egemenlik, İzmir, 2006, İzmir İlahiyat Vakfı Yayını, s.112 vd.

[9] Prof.Dr. FIĞLALI, ATATÜRK’ÜN Din ve Laiklik Anlayışı, s.68.

[10] Hz. Ebu Bekir’in halife seçimi ve tartışmalar hk. bkz. Ethem Ruhi Fığlalı,

Günümüz İslâm Mezhepleri, İzmir, 2008, İzmir İlahiyat Fak. Vakfı Yay., s.67 vd.; İmamîyye Şîası, İstanbul, 2008, Ağaç Yay. s.30 vd.

[11] A. Bülent ÜNAL, Semantik Açıdan Kur’an’da Hilâfet Kavramı, İzmir, 1990,

(Y. Lisans Tezi), s.7-8.

[12] Bkz. İbn Sa’d, et-Tabakatu’l-Kubrâ, Beyrut, trz., Cilt:III, s.183; W.M.Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, (çev. E.Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s.102.

[13] Bkz. Prof. Hüseyin ATAY, Kur’an’a Göre Araştırmalar, II, Ankara 1993, s.72.

[14] Geniş bilgi için bkz. W. Madelung, “İmama”, Encyclopedia of İslam (2 nd.ed); Lambton, “Khalifa”, EI’den aktaran: Prof.Dr. FIĞLALI, ATATÜRK’ÜN Din ve Laiklik Anlayışı, s.70.

[15] Bu hususlarda bkz. Fazlur Rahman, “İslâm’da Devlet İdaresi”, “Değişim Süre­cinde İslâm, ed., J. ESPOSİTO- J. DONOHUE, (çev. A.Y. Aydoğan- A.Ünlü), İstanbul, 1991, İnsan Yay., s.276 vd.

[16] Krş. M.A. Shaban, Islamic History: A New Interpretation, Cambridge 1971, 1/15 vd.’dan aktaran: Prof.Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI, ATATÜRK’ÜN Din ve Laiklik Anlayışı, s.71, 72.

[17] Bu ifade Kur’ân’da şu şekilde geçer: “… Sizden her biriniz (her bir elçi) için bir yol (şir’aten) ve bir yöntem (minhâcen) belirledik…” (Maide/48)

[18] Krş. İsmail ÇALIŞKAN, Kur’an’da Din Kavramı, Ankara, 2002, Ankara Okulu Yayınları,  s. 92  vd.

[19] İslâm dininin bu konulara bakışı hakkında daha geniş bilgi için bkz. Prof.Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI, İslâm, Laiklik ve Türk Laikliğindeki Uygulamalar, Ankara, 2010, Berikan Yayınları, s.39-110.

[20] Prof.Dr. FIĞLALI, ATATÜRK’ÜN Din ve Laiklik Anlayışı, s.73.

 

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
error: Uyarı: Korumalı içerik !!

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.