Merhaba sevgili okur,
Bu haftanın şair konuğu sevgili Salih Bolat 3 Temmuz 1956 yılında Adana’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Adana’da tamamladıktan sonra, Gazi Üniversitesinin Sosyal Politika Bölümünü bitirmiştir.
Hacettepe Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümünde yüksek lisans ve doktora eğitimlerini tamamlayan Salih Bolat, çeşitli üniversitelerde Sinema-TV bölümünde öğretim üyesi olarak Senaryo, Sinema ve Edebiyat, Dramatik Yazarlık, İletişim Yazarlığı adlı dersleri vermiştir.
Edebiyat yaşamına 1974 yılında Yeni Adana gazetesinin kültür sanat sayfasında öyküler yazarak başlayan Salih Bolat, 1975 yılında arkadaşları ile birlikte Koza adlı dergiyi çıkartmıştır.
Şair, Edebiyatçılar Derneğinin ve Türkiye Yazarlar Sendikasının Yönetim Kurulu Üyeliğinde de görev almış, 2010 Yılında Uluslararası Sete Şiir Festivaline katılmak üzere Fransa’ya davet edilmiştir.
Kitapları;
İlk Kar ( Varlık Yayınları ), Rüya Zamanı ( Varlık Yayınları ) ,İletişim Ve Edebiyat ( Varlık Yayınları ) ,Şiir Sanatı ( Varlık Yayınları Yaşar Nabi Nayır, Salih Bolat ) Gittikçe Yakın ( Varlık Yayınları )
Salih Bolat’ın yaşam ve şiir üzerine düşünceleri;
“İnsan yaşadığı yere benzer” diyor ya Edip Cansever, demek ben de yaşadığım yerleri şu ya da bu biçimde şiirlerime taşımışım.
Doğduğum yer olana Adana’da on sekiz yıl yaşadım. Yoksul ve güzel bir çocukluğum oldu. Bağların arasında, çiçekler içinde bir evde, kalabalık bir ailede büyüdüm. Annemin avlumuzda, yağ tenekelerinde, kırık dökük saksılarda ve çiçek yetiştirilebilecek ne bulduysa içinde yetiştirdiği birçok çiçeğin adını, onun koyduğu adlarla biliyordum: Puştoğlan, çirkinhanım, küçükorospu…
Yıllar sonra bu çiçeklerin gerçek adlarını öğrendim: Kasımpatı, fulya, aslanağzı…Anneme niçin o adları koyduğunu sorduğumda, örneğin akşamları kapandığı için ya da dokununca solduğu için bu adları hak ettiklerini söylemişti. Bir de Adana’da çok fazla efsane anlatılırdı. Kabadayılık hikayeleri, cin-şeytan hikayeleri de çocukluğumda etkilendiğim şeylerdi. Sonra yirmi altı yıl Ankara’da yaşadım.
Ankara daha modern, başkent, eğitimli…1980 darbesi öncesi yıllarda ve sonrasında yaşadığım kanlı faşist ortam, şiirimi daha farklı etkileyecekti. Şu anda, on yedi yıldır yaşadığım İstanbul, Fransa ve Almanya seyahatları da, özellikle Kanıt ve Atların Uykusu kitaplarımdaki şiirlerde farklı biçimlerde yansıdı.
Mitolojik ve tarihsel söylem biçimlerini şiirsel söylem biçimine hep yakın bulmuşumdur. Gerçekliği şiirsel dil ile ifade etmede, tarih ve mitoloji daha önce de bir olanak olarak birçok şair tarafından kullanılmıştır.
Melih Cevdet, Oktay Rifat, Nazım Hikmet şiirlerinde örneklerine rastlayabiliriz. Tarihin ve mitolojinin bize sunduğu arkaik ve zamansız dil, şiir için iyi bir olanaktır. Çocukluğumda sabahları güneyden kuzeye, akşamları da kuzeyden güneye karanlık kuş sürüleri geçerdi.
Gökyüzünden uzun uzun geçerlerdi. Ben onlara bakardım. Bağ evimizin alt katındaki camdan dışarıya da bakardım. Hemen yakındaki ağaçlara konup kalkan kuşlara. Onlar beni görmezlerdi. Dallar pencereye o kadar yakındı ki, kuşları çok yakından görebiliyordum.
Özellikle kışın hemen sonunda, uzun yağmurlardan sonra, gri-siyah, uzun kuyruklu yağmur kuşları gelirdi su birikintilerine. Ben onları çok yakından izlerdim. Ürkek, meraklı, aceleci böcek avlarlardı. Göğsü kızıl renkli kuşları da unutamam. Hele sarıasma kuşları…
Bütün bunlar bana sevinçli bir hüzün verirdi. Kendimi bir zamansızlık içinde hissederdim. Mitolojik bir atmosfer içinde. Birçok Türk ve yabancı şairden etkilendim, onların şiirlerini anlamaya çalıştım. Başlangıçta Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin, Attila İlhan gibi toplumcu şairler ilgimi çekti. Sonraları Melih Cevdet, Oktay Rifat, İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever okumalarım oldu.
İkinci Yeni Şiiri ile haşır neşir oldum. Ritsos, Yesenin, Kavafis, Seferis, Hölderlin, Celan, Ezra Pound, Neruda dönemim oldu. Son yıllarda Yves Bonnefoy, René Char okumaları…Ama Lotréamon, Rimbaud ve Octavıo Paz ilgi alanımdan hiç çıkmadılar. Yazar olmalarına rağmen benim şair olarak gördüklerim de var. Örneğin Sait Faik, İtalo Calvino, Herman Hesse.
Benim 30-40 yıl önce şiir yazmaya başladığım günlerde de şiir yazmak zorunda olmayan bir yığın insan şiir yazmaya çalışıyordu, bugün de.
Anlamakta zorluk çektiğim şey şu: Şiir gibi zarif, keskin, yakıcı, kristalize olmuş ve “kötü mal” ın hemen belli olduğu, sahtenin hemen kendini ele verdiği bir etkinlik olan şiirle ilgilenenlerin çoğu, bu ilgilerini derhal kesmesi gereken insanlardan oluşuyor. Çünkü kendilerini gülünç duruma düşürüyorlar.
Bir söz vardır: “Arı kırda, balı pazarda gerek” diye. Yayın piyasasının içinde yaşayıp da şiir zor yazılır. Hayatın farklı boyutlarının içinde olmak gerekir. Şiirsel çalışmalarını bir eleştiri ortamına sokmayı (ne bileyim, mesela dergilere göndermeyi) göze alamayan, kendilerine güvenemeyen birçok insan, kendileri dergi çıkarıp, yayınevi kurup yayın yapıyorlar.
Oysa kendileri çalıp kendileri oynuyor. 30 yıl önce bu durum yaygın değildi. Baskı olanaklarının artması ve ucuzlaması, dergi ve kitap yayınlamanın kolaylaşması, bu “edebiyat dışı” ortamın genişlemesine yol açtı. Bu durum bir “şiir kirliliği” de oluşturuyor.
Şiirin, bütün diğer sanatlarda olduğu gibi iki boyutu vardır: “Hayat boyutu” ve “akademik boyut”. Şiirin hayat boyutu, şiirin akademik boyutundan daha önemli değildir. “Akademik boyut” derken, şiirin bilgisel boyutunu, öğrenilen boyutunu, estetik perspektif gerektiren, tarih ve sosyoloji gibi diğer bilgi alanlarıyla ilişki kurabilme bilinci gerektiren boyutunu kastediyorum. Birçok insan, şiirin hayat boyutunu daha önemli görüyor. Hatta şiiri bu sanıyor. Oysa bu bir yanılsamadır. Turgut Uyar’ın bir sözünü hatırlıyorum. Büyük şair olabilmek için büyük yıkılmış olmak gerekmediğini, her gün evinden işine gidip gelen bir adamdan bir Mallarmée çıkabileceğini söylüyordu. Burada vurgulanan şey, şiirin hayat boyutunun reel, somut, gerçeklikte yaşanan bir hayat değil, iç dünya zenginliği olması gerektiğidir.
Melih Cevdet Anday da sürrealist olan her şeyin, aynı zamanda şiirsel olduğunu söylüyordu. Çünkü şairlerin, görünen gerçekten uzaklaşma isteği, bunun yerine düşü önermeleri, aslında bilinçdışı olanı önerme anlamına gelmektedir bir bakıma. Birey, kendine dış dinamikler tarafından dikte ettirilmiş değerlere başkaldırmaktadır.
Gerçeğin ve aklın denetiminden, düşün ve bilinçdışının özgürlüğüne varmak istemektedir. Bu özgürlüğe varmak, gerçekliği yeniden adlandırmayı gerektirir. Ancak bu şekilde bizi gündelik yaşamımızda kuşatmış olan “işlevsel anlam” a itiraz eden bir dil geliştirebiliriz.
Bu da şiirle mümkündür. Demek şiir benim için bir “kendini gerçekleştirme” yolu oluyor. Bunu söylemekten kaçınmıyorum. Şiirlerimde her sözcüğün altında varoluşsal bir bağıntının hissedilmesi, şiirimin bütün imgesel evreninin varlık nedenidir. Gerçekte şiir de budur. Bir şiirin nesnesinin, içerdiği gerçekliğin ucuz ya da pahalı olması, derin ya da sığ olması, sıradan ya da nadir olması hiç önemli değildir.
Önemli olan, bu gerçekliklerin, nesnelerin, şiirin dili içerisinde, poetik ve estetik bağlamlarda dönüştürülüp dönüştürülmediğidir.
Gerçeklik verilidir. Hakikat yabanıldır ve insana göre onarılmamıştır. Gerçeklik verili değerlerin görünmeyen duvarlarıyla kuşatılmış bir evrendir. Hakikat, içine girilmenin kolay göze alınamayacağı bir özgürlük karanlığıdır, yalnızlık dehşetidir. İşte şiir hakikati önerir.
KAR İÇİN
kar için gelmiştim, yeriniz yoktu, sustum
dinledim, bizi kendi adımızla çağıran akşamı
neydi, yağmurun yalnızlığa katkısı
bilseydim, yanılmazdım
uyuyan çocuğun alnındaki ışıkla ürpermezdim
kar için gelmiştim, yeriniz yoktu, sustum.
köpekler nasıl duyarsa depremi, sizi duyardım
alır gölgemi çekilirdim, tuz nehirleri boyunca
aldatılmış sular, yakılmış tohumlar
ve yapraklar içinde
yaşardım, başka bir kanın sürüklediği hayatla
kar için gelmiştim, yeriniz yoktu, sustum.
bir obuanın sonucuydu ellerimdeki karanlık
sözcüklerim, şafakta girilen şehirlerdi
ıssız bir istasyon lojmanıydı kalbim
ağzımda yaban meyvelerinin tadı
kar için gelmiştim, yeriniz yoktu, sustum.
**
UĞULTU
rüzgarın koyduğu adlarla öğrendik ağaçları
çınarı bir uğultuyla tanımlıyoruz
darağacını bir sessizlikle.
gece yanlış biliyor her şeyi
ışığın bir boşluktan geldiğini söylüyor
yolların bir ayrılıktan.
artık taş kendini öne sürüyor
törenlerin kovulmuş çocukları
ölülerine tutunarak güçleniyor.
**
SAKIN VAZGEÇME
o orada dursun
gecenin belirlediği şey
başlangıcın bilgisi
sakın vazgeçme
ateşin omzuna yaslan
suya tutun
eğer yorulursan.
bilmediğin bir yola çıkarsan eğer
sakın vazgeçme
göğü, kırları, denizi yanına almaktan
ihanetle karşılaşırsan kuytu bir yerde
ondan ayırma gözlerini
bir savaş gemisini izleyen iki yunus gibi.
eğer bir şeyler söylemen gerekirse
sakın vazgeçme
yabanıl şiirler okumaktan
gerçek aramızda dolaşıyor nasılsa
kesecek boyun arayan sabırsız bir kılıç gibi.
**
ZAN
bir tay soğuk suya tutuyor alnını
yağmurlu bir avluya giriyor ışık
beni aydınlıktan ayıran şey bu olmalı
bu görüntü
bu zan.
bakışlarından boşalan aynada
açılan oyuk
hayvanların yaladığı kaya tuzu
bana kalan