TSK ile ilgili şimdiye kadar hiç konuşulmamış, konuşulduğunda da yanlış anlaşılmış o kadar çok konu var ki, insan bazen hangisinden başlasam diye düşünmeden edemiyor. Ama halen yaşamakta olan en son Türk devletinin bekası ile doğrudan ilgili böyle bir konuda genç kuşaklara bir nebze de olsa bilgi sunmayı kendime görev bildiğim için bazı konuları paylaşmayı faydalı ve gerekli gördüm. Ayrıca bu ocaktan yetişerek yıllarca ordunun çeşitli kademelerinde görev yapmış, gazilik onuruna erişmiş, nihayetinde emekli olarak kutsal bildiği değerler doğrultusunda sivil toplum kuruluşlarında görev yapmış bir subay olarak bu satırları yazmayı da kendime bir görev bildim.
TSK’nın kuruluş yılı olarak ilk defa Mete Han tarafından kara ordusunun teşkil edildiği M.Ö 209 yılı kabul edilir. Bu da milletimizin gözbebeği olan ordumuzun en az 2230 yıllık bir tarihe sahip olduğu anlamına gelmektedir. Hatta bazı tarihçiler bu kuruluş tarihini 3000 yıl öncesine kadar da götürürler. Mesela Mete Hanın ordusunda Tümenbaşı, Binbaşı, Yüzbaşı, Onbaşı gibi rütbelerin komuta ettikleri birliklerin mevcuduna göre verildiği ve bu geleneğin günümüze kadar da süregeldiği bilinmektedir. Gerçekten de Türk ordusunun asırlara dayanan öyle bir geleneksel bir yapısı vardır ki, dünyanın hiçbir ordusunda böyle bir yapılanmaya rastlamak mümkün değildir. O günden bugüne kadar uzanıp gelen bu geleneksel yapının bazen çok faydalı yanlarını görmüş ve yaşamış birisi olarak iddia ediyorum ki, çağın gereklerine uygun olarak düzenlenmediği için bu yapı zaman içerisinde hem kendisine hem de ülkemizin geleceğine çok büyük zararlar vermiştir. Biz isterseniz ordumuzun tarihçesini incelemeyi bu konuda uzman tarihçilere bırakarak yakın geçmişimize bir göz atalım ve kahraman ordumuzun son elli yılda yapmış olduğu tarihi hatalar zincirini ele alalım.
Türk ordusu Balkan savaşında yaşadığı büyük bozgun sonrası halk nezdinde bütün itibarını tamamen yitirmiş, bu durumunu telafi ederek eski saygınlığını yeniden kazanmak için yılarca uğraşmıştır. Kaybedilen Osmanlı toprakları üzerinde kurulmuş olan dört devletten biri olan Bulgaristan karşısında yaşanılan Balkan Bozgunu, Osmanlı ordu geleneğinin saray rejimi tarafından yok edilmesinin doğal bir neticesidir. Okuma yazma bile bilmemesine rağmen, padişah tarafından saraydan evlendirilerek paşa yapılanların emir komutasında girilen bir savaştan netice almak için ancak bir mucize gerekirdi, o da maalesef olmadı. Bu süreç, çeşitli rütbelerde pek çok savaşa katıldıktan sonra ,33 yaşında kurmay yarbay olarak tümen komutanlığına kadar yükselerek Conkbayırı ve Anafartalar’da destanlar yazan Mustafa Kemal Paşaya kadar sürdü. Kurtuluş savaşının kazanılması ve düzenli orduların teşkili ile de Türk Silahlı Kuvvetleri milletinin gönlüne yeniden taht kurdu. Gazi Mustafa Kemal ve yakın silah arkadaşları bir günde paşa olmadılar. Orduya adım attıkları anda kendilerini cephede buldular ve acı tatlı pek çok tecrübe yaşadılar. Aslında onların yetişmiş oldukları Askeri Rüştiye, Harp Okulu, hatta Kurmay Mektebi onlara komutanlık yetisi verecek kadar eğitim seviyesinde bile değildi. Çünkü onları yetiştiren hocaların çoğu saray tarafından belirleniyor, memleketin menfaatlerinden çok rejimin bekasını sağlamak ve idame ettirmek amacı ile o göreve atanıyorlardı. Oradan mezun olan genç subaylarda bir yolunu bularak saray eşrafından bir evlilik yapmak sureti ile yukarılara tırmanmayı hedeflemekteydiler. Bu işleyiş Gazi Mustafa Kemalin başlattığı kurtuluş mücadelesinin başarı ile neticelenmesinden sonra birdenbire değişti ve o yıllarda subaylarımız günün şartlarına uygun standartlarda yetiştirilmeye ve vatan-millet sevgisi gönüllerine nakış gibi işlenmeye başlandı. İşte Kurtuluş Savaşı ile yeniden milletinin gözbebeği konumuna gelen kahraman ordumuz, Kore ve Kıbrıs Savaşlarında göstermiş olduğu üstün başarı ve kahramanlık öyküleri ile kazanılmış olan bu itibarını perçinlemiş oldu.
Bütün bu başarılara kanla canla ulaşılmışken, bazı maceraperest komutanların arada bir ‘Durumdan vazife çıkartarak’ sözüm ona memleketi kurtarma sevdası ile mevcut iktidarlara müdahaleleri Türk Ordusunu vesayetçi, komutanlarını ise potansiyel darbeci konumuna getirmiştir. Bugün 1960 ihtilali ile idam edilenlerin faturası hala Türk Ordusuna mal edilerek ordu darbecilik ve faşistlikle suçlanmaktadır. Evet 1960 ihtilali bir avuç genç ve maceracı subay tarafından gerçekleştirilmiştir ama, idam kararları TBMM’nin onaylaması neticesinde infaz edilmiştir. Keza 1980 ihtilalinde de Kenan Evren ve arkadaşları ne kadar suçlu ise, onları duruma el koyma kıvamına getiren siyasiler ve yerli basınımızda en az onlar kadar suçludur. Ben 1980 ihtilalinde Ağrı-Patnos’ta yüzbaşı rütbesi ile bölük komutanıydım. Darbeden iki gün öncesine kadar bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu ve ihtilal olabileceği aklımızın köşesinden dahi geçmiyordu. Çünkü artık genç subaylar, komutanlarından çok daha iyi yetişiyorlar, yeni dünya gerçeklerini kolaylıkla kavrayarak bu tip müdahalelerin ülkeye vereceği zararları daha iyi değerlendirebiliyorlardı. Çok iyi hatırlıyorum,1980 yılının Eylül ayında her yıl olduğu gibi gerçekleştireceğimiz tatbikatlar için araziye çıkmıştık. Biz tatbikat hazırlıkları için ordugâh düzeni kurmaya çalışırken bir emir geldi ve apar topar kışlamıza geri döndük. Zaten o gece de darbe gerçekleştirildi. Yine çok iyi hatırlıyorum darbeci generaller kendilerine göre müdahalenin sebeplerini maddeler halinde sıralarken alt kademelerdeki tansiyonun yükselmesini de saymışlardı. Halbuki bizim işimiz gücümüz birliklerimizi en iyi duruma getirmek ve devamlı olarak harbe hazır halde tutmaktı. Daha önce yapılmış olan müdahalelerin zararlarını biz kendi aramızda konuşur, inşallah bir daha olmaz diye düşünürdük. Ama oldu. Bizim ise tansiyonumuz hiç de yüksek değildi. Daha darbenin birinci haftasında komuta konseyi ilk iş olarak bizim Şark Tazminatı adı altında aldığımız bir ödeneği kesti. Yani Şark görevi yapanlar batıdaki emsallerine oranla orada görev yaptıkları süre zarfında bir miktar fazla maaş alırlardı. Aslında bu da bir Osmanlı geleneği idi. Osmanlı paşaları doğuda iki yıl görev yapıp döndüklerinde ellerine geçen altın para ile boğazda bir yalı alabilirlermiş. O yüzden de boğazdaki bütün yalıların ilk sahipleri hep Osmanlı paşaları olmuş. Bizim zamanımızda ise hem zamlı maaş, hem de doğuda görev yaparken para harcayacak fazla bir yer olmaması sebebi ile üç dört yıl şark görevi sonrası belki bir Murat veya Anadol araba parası biriktiriliyorduk. Sağ olsun paşalarımız o imkânı da ihtilal sonrası elimizden aldılar. Ayrıca gece gündüz operasyonlar, aramalar, baskınlar neticesinde hem biz perişan olduk, hem de yerli halkı kendimizden soğutmayı başardık. O yıllarda biz saatlerce yol giderek iki gün av yapar ve köylerde misafir kalırdık. Onlarla birlikte yer içer aklımıza bize bir kötülük yapacaklarını getirmezdik bile. Yani halkla iç içeydik ve yerel halktan çok iyi dostlarımız vardı. Darbeyle birlikte halktan koptuk ve arada sırada bir olan yol kesip soygun yapma olayları yerini terör olaylarına bırakmaya başladı. Artık sıkıyönetim karargahlarında uzman ekipler tarafından gerçekleştirilen sorgulama ve işkenceler başlamıştı. Ağrıdan gelen bir Polis ekibi bizim alay karargahında sözde sorgulama adı altında inanılmaz işkenceler yapıyorlardı. Ben orada birkaç sahne gördüm aklıma geldikçe hala midem bulanır. O işkenceci polislerin Amerika da sorgulama teknikleri ile ilgili kurs aldıkları söyleniyordu ama doğruluk derecesinden çok emin değilim. Ayrıca yaptıklarının sorgulama ile hiçbir ilgi ve alakası da yoktu ve buna dense dense ancak insanlık dışı işkence denilebilirdi. Çünkü bir insana yapmadığı bir suçu bile kendi ağzı ile kabul ettirebilmek ancak bu şekilde mümkün olabilirdi. Gerçi işkenceyi polisler yapıyordu ama yaptıkları yer bizim sıkıyönetim karargâhı idi ve o polisler bizim emrimizdeydi. Yani kısaca biz kendi ellerimizle bölge halkını kendimize düşman ettik ve kendi teröristimizi kendimiz yarattık. Zaten hükümetlerin sürgün politikaları yüzünden mevcut bir zemin vardı, bizde terörü önleyeceğiz diye darbe ve halka zulüm yaparak bu zeminin üzerine muazzam bir bina diktik. Öyle bir bina ki aradan elli yıla yakın zaman geçti hala topla tüfekle, uçakla tankla vuruyoruz ama yıkamıyoruz. Bu arada kırk bin vatan evladımızı kaybettik, anaları evlatsız çocukları babasız, eşleri de dul bıraktık. Ben dış güçlerin oyunu lafına da çok kızıyorum. Dış güçler tabii oyun yapacak, mutlaka seni zayıflatıp sömürmek isteyecek adı üzerinde dış güç yani düşman, asli vazifesi bu. Sen akıllı ve güçlü olursan onların maşası olmazsan, onlara muhtaç olmazsan sana kim ne yapabilir. Kısaca özetlemek gerekirse 1960 ihtilali ile, Amerikan uşağı ve ırz düşmanı bir başbakandan nasıl bir demokrasi şehidi ve halk kahramanı yaratmayı başardıysak,1980 darbesi ile de gerici ve yobaz takımına açmış olduğumuz alanlarla günümüz iktidarının geleceğini inşa etmeyi başarmış olduk. İki ihtilal arasındaki tek fark, ihtilalcilerin yaş ortalamasının ve rütbelerinin yükselmesiydi o kadar.
Bugün ülkemizin geleceğini karartan bu iktidar yirmi yıldır seçimler kazanarak işbaşına gelmiş gibi görünse de aslında onları işbaşına getiren bizim beyinsiz asker takımıdır. Eski bir asker olarak bu tespiti yapmak ne kadar acı ise, artık aşikâr olan bu gerçeği söylememek de bana göre bir suçtur, hatta vatana ihanettir. Şöyle bir şöyle bir geriye dönüp 2002 yılına, yani bu iktidarın ilk seçim kazandığı yıllara baktığımızda korkunç bir gerçekle karşı karşıya kalırız. İktidarı aldıklarında ne bir siyasi ne bir sosyal ne de sağlıklı bir dünya görüşleri vardı. Mevcut kadroları yetersiz ve kifayetsiz, bürokratları ezilmiş ve hor görülmüş kişilerden oluşuyordu. Onun içinde her noktaya liyakatsiz, yeteneksiz atamalar yapılmış, yıllardır ayakta kalmayı başarmış cumhuriyetin bütün kurum ve kuruluşları bir işgalci mantığı ile tarumar edilmiştir. Bütün bu talan esnasında ellerinde sadece iki silahları vardı ve bu silahlar da maalesef Türk Ordusu tarafından ellerine verilmişti. Birincisi Vesayet Sisteminin Tasfiyesi, ikicisi ise Türban. Bakıldığında inanılır gibi değildi ama gerçekten de hepsi o kadardı. Ama etkisi sanıldığından daha büyük oldu. İsterseniz hemen basit bir fikir jimnastiği yaparak şöyle bir düşünmeye çalışalım; şayet TSK’nın darbeci ve müdahaleci tavrı olmasaydı ve türban denilen o bez parçası milli bir mesele haline getirilmeseydi bugün AKP diye bir parti ve RTE gibi çakma bir lider olabilir miydi. Hep beraber rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki bu iki etkili ve tehlikeli silah da TSK tarafından üretilerek bugünkü muktedirlerin eline verilmiştir. İçimiz acıyarak da olsa bu gerçeği kabullenmeliyiz. Peki bugün gelinen noktada TSK’nın en büyük sıkıntısı sizce ne olabilir. Bana göre TSK’nın yapısına vurulan en ölümcül darbe YAŞ üyelerinin siviller lehine bozulması olmuştur. Artık generallerin apoletlerindeki yıldızların artması, bedelli askerlik yapmış, İHL mensubu Atatürk ve cumhuriyet düşmanı badem bıyıklıların iki dudağı arasından çıkacak cümlelere bağlıdır. Daha önceden astlarını ezerek ve hesapsız gereksiz pek çok kaynağı harcayarak bir üst rütbeye terfi etmeye çalışan general adayları ve generaller artık evladı yaşındaki liyakatsiz ve kifayetsiz bakanların karşısında esas duruşa geçecekler ve saray erbabına yakın olmaya çalışacaklardır. Tıpkı yüz yıl öncesinde olduğu gibi.
Gelecek Yazı: TSK’daki ruhban sınıfının yapısı ve yaptıkları