SEDAT ŞENERMEN

“ATATÜRK’ÜN DİN VE LAİKLİK ANLAYIŞI” / Sedat Şenermen

 

Bugün, başlıktaki konuyu, Saygıdeğer ilahiyatçı, akademisyen ve eğitimci Prof.Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI Bey’in aynı isimli önemli, özgün eseri[1] üzerinden ele almak istiyorum.

 

I-) Prof.Dr. Ethem Ruhi Fığlalı Kimdir?

 

  1. Yaşamı:

Prof.Dr. Ethem Ruhi Bey, 8 Aralık 1937’de Mehmet ve Emine Fığlalı’nın ilk çocukları olarak Burdur’da doğdu. 1949 yılında Burdur’da İstiklâl ilkokulu’ndan, 1955 yılında Burdur Lisesi’nden mezun oldu. 1982 yılında profesör oldu. 1982 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığına atandı. Bu görevini 1992 yılına kadar sürdürdü. Bu dönem içerisinde rektör yardımcılığı görevini de üstlendi. 1992 yılında kurucu rektör olarak Muğla Üniversitesinde görev yaptı.1990 yılında Üniversitelerarası Kurul kontenjanından YÖK üyeliğine seçilmiştir.

 

  1. Akademik çalışmaları:

Prof.Dr. Fığlalı, öğretmenlik ve akademik yaşamı sürecinde birçok kitap yazdığı gibi İngilizceArapça ve Fransızca’dan çeviriler yapmış ve makaleler yazmıştır. Aynı zamanda birçok ansiklopedinin de İslam diniyle ilgili maddelerini de yazmıştır.

Muğla Üniversitesi’nin kuruluşuyla birlikte Fen-Edebiyat fakültesinde ilk faaliyete geçirdiği bölüm Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümüdür. Bu bölüm, Türkiye’de açılan alanının ilk bölümüdür.

Prof.Dr. Fığlalı, on yıl süre ile yürüttüğü (10.11.1992-11.12.2002) Muğla Üniversitesi rektörlüğünden 16 Ocak 2003 tarihinde erken emekli olmuş ve 2010 yılına kadar Muğla’da Muğla Üniversitesi için kurulmuş bulunan Sıtkı Koçman Vakfı başkanlığını yürütmüştür. Şimdi ise kışın (Kasım-Nisan) Aydın’da, yazın da (Mayıs-Ekim) İzmir/Seferihisar’da yaşamaktadır.

 

  1. Eserleri:

 

  1. Atatürk’ün Din Ve Laiklik AnlayışıNiçin Yazıldı?

 

Değerli yazarımız Prof.Dr. FIĞLALI Atatürk’ü nasıl tanıdığını ve eserini niçin yazdığını şöyle özetliyor:

Mustafa Kemal Atatürk’ün din ve laiklik anlayışını ana hatlarıyla ele almaya çalıştığımız bu mütevazı çalışmada gördük ki, Atatürk, İs­lâm dini hakkında sadece geniş bilgi sahibi değil, aynı zamanda onun özünü, amacını ve tarihî macerasını çok sağlam ve derin bir biçimde görmüş bir kişidir.

Doğrusu bir kumandan ve bir devlet kurucu olarak Atatürk’ün bu özelliği, bir ilâhiyatçı olarak benim her zaman ilgimi çekmiş ve hayran­lık uyandırmıştır.

Duyduğum bu hayranlığın başkaları tarafından da güvenle pay­laşılabilmesi için, Atatürk’ün din ve laiklik hakkındaki anlayışını ve düşüncelerini ele alan bu kitapçığa, sözü hiç döndürüp dolaştırmadan, doğrudan İslâm dininin tanıtımı ile başladım.

Neden?

Çünkü yarım yüzyılı aşan bir zamandır İslâm düşüncesi ve mez­hepler tarihi alanında çalışan bir ilâhiyatçı, daha doğrusu bir ilâhiyat öğrencisiyim.

Bu süre zarfında öğrendiğim ve doğruya en yakın olduğuna emin olduğum bilgiler ile geleneğin ve zaman zaman da “ideoloji”lerin har­manladığı radikal İslâm, birbirleriyle hiç uyuşmuyor; uzlaştırılmaları çoğu zaman da çelişkilerle dolu oluyor.

Bu durum da haklı olarak Kur’an-ı Kerîm’in teklif ettiği dinin gerçek kılınmasını ve Müslümanların içine düştükleri meskenetten ve “edilgenlik”ten kurtulmalarını savunanların, hiç hak etmedikleri halde, bu işin uzmanı olmayan veya geleneğin kutsallığına adanmış beyincik­ler tarafından, en hafifinden “modernlik”, “müsteşriklik”, “bid’atçılık” ve benzeri sıfatlarla başlayıp “dinsizlik” ve “kâfirlik”e kadar uzanan bir yaftalama kampanyasıyla karşı karşıya gelmeleriyle sonuçlanıyor.

Oysa dinin ilk devirlerindeki canlı ve aktif hüviyetine kavuşturul­ması, toplumda çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek sağlam bilgi ve an­layışla donanımlı kılınması, yine dinin ve hitabettiği kitlelerin zaruret duyduğu bir iştir.

Sanıyorum ve inanıyorum ki Atatürk bu gerçeği derinden yakala­mış bir insandır.

ATATÜRK, bu kitabımda özetlediğim üzere, İslâm’ın insanlığa sunduğu şu gerçeği çok iyi yakalamıştı:

Kur’ân’ın temel mesajı;

  • İnsanlığa Allah’ın mutlak yaratıcı olarak bir ve tek (tevhîd) ol­duğunu;
  • İnsanın da belli bir süre yaşayacağı yeryüzünde özgür iradesi ile bir ve tek olan Allah’a ve O’nun insanlığa önerdiği evrensel değerle­re inanarak yaşamasının kendi yararına olacağını;
  • Çünkü ölümünden sonra yeryüzündeki yapıp etmelerinden ötürü mutlaka hesaba çekileceği ahret âlemiyle/sonsuzluğu simgeleyen öteki dünya ile karşılaşacağını bildirmektir.

Kur’ân’ın amacı, da;

  • Toplumda var olan sosyo-ekonomik eşitsizliğe ve ahlâksızlığa çözüm bulmak;
  • İnsanların yaratılış açısından bir ve eşit olduğu inancını gerçek kılmak ve
  • En önemlisi de her türlü sömürüye karşı çıkmak;
  • Akla, özgür iradeye ve hukukun üstünlüğüne dayanan; ahlakî tu­tum ve davranışların egemen olduğu model bir bilgi ve ahlâk toplumu/medeniyeti oluşturmaktır.

Artık sorup sorgulamadan ataların yolunu izleme anlayışına, kısaca taklit alışkanlığına son vermek ve araştırma, sorma, sorgulama ve öğ­renme yoluna girmek şarttır; çünkü inanmanın ilk adımı ilimdir/bilgidir.(s.103, s.105)

 

II-) ATATÜRK’ÜN DİN ANLAYIŞI

 

Atatürk, mensubu olmakla daima iftihar ettiği yüce Türk milletinin bütün maddi ve manevi değerleriyle, özellikle milletimizi yüzyıllardır yoğurmuş, ruh ve şekil vermiş manevi değerlerin en önemli unsurlarından biri olan dinimizle bütünleşmiş ve ona olan inancını, yaşamının her aşamasında varlığının ve vicdanının en seçkin yerinde korumuştur.

Atatürk’ün din aleyhine veya dinle ilgisizlik anlamına gelebilecek herhangi bir söz ve tavrına rastlamak şöyle dursun, her davranışında ve sözünde, ihlâsla/içtenlikle inandığı İslâm dinine ve değerlerine kuvvetle sahip çıktığını ve üzerine titrediğini görürüz.

Örneğin Atatürk, daha 1 Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisi’nde Millî Egemenliğin görüşüldüğü tarihi oturumda şunları söylüyordu:

Ey Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür… Allah, kullarının gerekli olgunluğa ulaşmasına kadar içlerinden seçtiği aracılarla dahi kullarıyla ilgilenmeyi tanrılık gereklerinden saymıştır. Onlara Hz. Âdem’den (a.s) itibaren bilinen bilinmeyen ve sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat Peygamberimiz vasıtasıyla en son din ve uygarlık gerçeklerini verdikten son­ra artık insanoğlu ile aracılarla temasta bulunmağa lüzum görmemiştir. İnsanlığın anlayış derecesi, aydınlanma ve olgunlaşması, her kulun, Tanrı’nın kendisine verdiği ilhamla doğrudan doğruya ilişki kurmak yeteneğine ulaştığını ka­bul buyurmuştur ve bu nedenledir ki, Cenâb-ı Peygamber, sonuncu peygamber olmuştur ve kitabı, Kitâb-ı ekmeldir (en üstün kitaptır)…”[3]

 

Bu tarihten üç ay sonra 7 Şubat 1923 Çarşamba günü Balıkesir Paşa Camii minberinde halka söylediği hutbede de şöyle diyordu:

Ey millet! Allah bir’dir. Şanı büyüktür. Allah’ın selâmeti, atıfeti (karşılıksız sevgisi) ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafın­dan insanlara dinî hakikatleri bildirmekle görevlendirilmiş ve resul (elçi) olmuştur.

İnsan hayatını düzenleyen temel kurallar hepinizce bilindiği üzere, Kur’an-ı azimüşşandaki nusustur (buyruklar­dır). İnsanlara doğruluğun özünü vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel (en mükemmel) dindir. Çünkü DİNİMİZ akla, mantığa ve hakikata uymamış olsaydı, bununla diğer İlâhî ve tabiî kanunlar arasında çelişki olması icap ederdi Çünkü bütün bu mevcut kanunları yapan Cenabı Hak’tır.[4]

 

Din ve Peygamberi hakkında beslediği samimi inancı nedeniyledir ki Atatürk, birtakım safsatalar, hurafeler ve çıkar hesaplarıyla dinin saf ve temiz yüzünü karartan, İslâm’ın özünde ve temelinde var olan yaratı­cı, yapıcı ve hamleci ruhu faydasız laf kalabalığına boğan, en önemlisi dini, siyasî ve dünyevî bir çıkar aracı olarak kullanmak isteyen zihniye­tin mümessilleri ile amansız bir mücadeleye girmiştir.

O’nun bu davranışı, aslında, gerçekçiliğinin ve dinimizin tarihî ma­cerasını çok iyi bilişinin apaçık bir belgesidir(s.50-53).

Artık sorup sorgulamadan ataların yolunu izleme anlayışına, kısaca taklit hastalığına son vermek ve araştırma, sorma, sorgulama ve öğren­me yoluna girmek şarttır; çünkü inanmanın ilk adımı ilimdir/bilgidir.

Akılcı İslâm düşünürlerinin de apaçık bir biçimde ortaya koydukla­rı gibi, îmân için, inanmak için önce bilmek gerekir.

Hal böyle olmasına rağmen, daha Muaviye ile birlikte Kur’ân’ın şiddetle karşı çıktığı Arap kabile zihniyeti hortlatılmıştır.

Böylece yöneticiler, “Allah’ın takdiri”, “Allah’ın yazgısı” ve “Allah’ın halîfesinin buyruğu” yalanının ardına sığınarak yüzyıllar boyu dokunulmazlık zırhına bürünmüşler ve Müslümanları sömürmüşlerdir; sanki onları kendilerine kul-köle kılmışlardır.

Neticede İslâm dünyasında, yeryüzü egemenliğinin anahtarı de­mek olan yaratıcı ve üretici bilgi her geçen gün toplumdan uzaklaşmış ya da uzaklaştırılmış ve tarih, değişmezlik anlayışıyla âdeta dondurul­muştur.

Böylesi bir fikrî katılık ve durgunluk, Müslümanlığı sadece şekilde gören ya da şeklin görünür kılınması olarak algılayan, dindarlığı kıya­fette, sakalda, giyim-kuşamda arayan bir zümrenin doğuşuna da ortam hazırlamıştır.

Oysa toplumun çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek, her türlü geliş­menin kapılarını açacak sağlam bilgi ve anlayışla donatılması, her şey­den önce Kur’an’ın emrettiği bir iştir(s.54).

Çünkü Atatürk’ün de dediği gibi,

İslâm toplumunun düştüğü zulüm ve yoksulluğun elbette birçok nedenleri vardır. İslâm âlemi, dinî hakikat­ler çerçevesinde Allah’ın emrini yapmış olsaydı böyle bir sonla karşılaşmazdı. Allah’ın emri çok çalışmaktır. İti­raf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlar­dan çok çalışmak zorundayız. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek demek değildir. Zamanın gereklerine göre, bilim ve fen ve uygarlığın yarattığı her şeyden sonuna kadar yararlanmak zorunludur. Hepimiz itiraf etmek zorundayız ki, bu konudaki hatalarımız çok büyüktür.”(5.Şubat.1923- Akhisar’da yaptığı konuşmadan)

***

Allah’ın emrettiği şey, müslim ve müslimenin bera­ber olarak bilim ve irfan kazanmasıdır. Kadın ve erkek, bu bilim ve irfanı aramak ve nerede bulursa oraya git­mek ve onunla donanmak zorundadır”(31.Ocak.1923-İzmir’de halk ile yaptığı konuşmasından)[5]

***

Muhterem sanatkârlar, aziz arkadaşlar!

Bizi yanlış yola sevkeden habisler (kötüler/soysuzlar), bilirsiniz ki, çoğunlukla din perdesine bürün­müşler, saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve mel’anetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırdılar. Halbuki, elhamdü­lillah, hepimiz müslümanız, hepimiz dindarız. Artık bizim dinin icaplarını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babaları­mızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya kâfidir. Buna rağmen, hafta tatili dine aykırıdır’ gibi hayırlı, akla ve dine uy­gun meseleler hakkında sizi kandırmaya ve doğru yoldan çıkarmaya çalışan habislere iltifat etmeyin. Milletimizin içinde hakiki ve ciddi ulemâ vardır. Milletimiz bu gibi âlimleriyle iftihar eder. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin itimadına mazhardırlar. Bu gibi ulemâya gi­din: Bu efendi bize böyle diyor; siz ne diyorsunuz?’ deyiniz. Fakat suret-i umumiyede buna da ihtiyaç yoktur.

Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ayar/ölçü) vardır. Bu miyarla hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki AKLA, MANTIĞA, HALKIN MENFAATİNE UYGUNDUR, biliniz ki, o BİZİM DİNİMİZE DE UYGUNDUR. Bir şey akıl ve mantığa, mil­letin menfaatine, İslâm’ın menfaatine uygun­sa, kimseye sormayın; o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın tetabuk ettiği bir din olmasaydı ekmel (en mükemmel/en eksiksiz) olmazdı, son din olmazdı.

Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler asri olmayı kâfir olmak sa­nıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslâmların kâfirlere esir olmasını is­temek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.” (16 Mart 1923-Adana Türk Ocağı’nda esnafa yaptığı konuşma)[6]

 

Mustafa Kemal Atatürk’ün bu gerçeği derinden yakalamış bir insan olduğu şu sözlerinden de çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır:

Bizim dinimiz en mâkul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabiî olabilmesi için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun düşmesi lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uy­gundur.”(31.Ocak.1923-İzmir).[7]

***

Dinsiz kimse olmaz. Bu genelleme içinde şu din ya da bu din demek değildir. Tabiatıyla biz, içine girdiği­miz dinin en çok isabetli ve olgun olduğunu biliyoruz. Ve imanımız da vardır. Fakat bu inanışı nurlandırmak lazım, temizlendirmek, güzelleştirmek lazımdır ki, ha­kikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa inanışımızda çok zayıf insanlardan sayılı olur. O zaman bu milleti, bu memle­keti yıkmak için çalışan Şükrü Hoca gibi olur.” (2.Şubat.1923-İzmir’de halk ile konuşmasından).[8]

 

Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sa­deliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinimize, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanı­yorum. Şuura aykırı, ilerlemeye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor.”(1923)(s.54-57)[9]

 

Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki, din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Mutaassıp İslâmcıların din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddî menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz, bu vaziyete muhalifiz ve buna müsaade etmiyoruz..”(1930)[10]

 

Atatürk’ün çok hassas olduğu hususların başında, dinin istismar edilerek yüceliğinin zedelenmesi ile Kur’ân’ın bilimsel bilgiyi, özgür düşünceyi, araştırmayı ve üretmeyi emreden gerçeklerinden uzaklaşılması sonucunda Doğu’dan Batı’ya kadar İslâm memleketlerinin düş­manların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret zincirine geçmiş olması gelmektedir.[11]

İslâm toplumuna dâhil olan birtakım kavimler İs­lâm oldukları halde çökmeye, yokluk ve gerilemeye ma­ruz kaldılar. Geçmişlerinin yanlış ve bâtıl alışkanlık ve inançlarıyla İSLÂMİYETİ KARIŞTIRDIKLARI ve bu suretle GERÇEK İSLÂMİYETTEN UZAKLAŞTIKLARI İÇİN KENDİLERİNİ DÜŞMAN­LARININ ESİRİ YAPTILAR.”(20 Mart 1923-Konya gençleriyle konuşmasından)[12]

 

III-) ATATÜRK VE LAİKLİĞİN KABULÜ

 

Atatürk düşüncesinin temel direklerinden biri, hattâ birincisi laikliktir. Çünkü eğer Atatürkçülük akılcılık, hür düşünce, körü körüne inanıp bağlanmadan doğruyu ve gerçeği aramak, bulmak ve bilinçli bir biçim­dekendi olabilmekdemekse, bu anlayışın gerçek kılınabileceği tek yol laikliktir.

Esasen ATATÜRK’E göre laiklik, asla dinsizlik demek olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için HAKİKÎ DİNDARLIĞIN GELİŞMESİ İMKÂNINI SAĞLAR, sağlamıştır.

Ne var ki laik kelimesi dilimizde anlam kaymasına uğratılarak ta­mamen hatalı bir şekilde inançla, dinle veya din kurumu ile ilgisi bu­lunmayan bir kişi şeklinde tanımlanmaktadır. Oysa Katolik Kilisesine göre, “Laik, geçerli bir vaftizle vaftiz edilerek bütün hak ve yükümlü­lükleriyle Hıristiyan olan kişidir.”[13]109

Görülüyor ki laik kişi, Hıristiyanlıkta dinsiz ya da dine karşı ilgisiz değil, sadece kilise görevlisi olmayan ve fakat tam anlamıyla Hıristiyan olan bir mümin kişidir.[14].110

Bu yüzden özellikle ülkemizde kendilerinin laik olduğunu söyleyen vatandaşlarımızı, dinsizmiş gibi görmek ve göstermek düpedüz iftira­dır, dini istismardır.

Esasen laikliğin doğum yeri olarak kabul edilen ve laiklik konu­sunda çok titiz ve sıkı bir tutum içinde olan Fransa’da yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden Henri Pena-Ruiz’e göre “laik kelimesi, hem herhangi bir inanç gütmeyen, dine saygılı kişiyi hem de bunu cahilce ve bağnazca uygulayan kişiyi eşit uzaklıkta ele alır. İster inançlı ister inançsız olsun, ‘laik’ kelimesi, dinin gerektirdiği zorunlu görevlerden bağımsız ve evrensel olarak düşünüldüğünde, sadece ‘insan’ kelimesiy­le eş anlamlıdır.”[15]

Jean Bauberot da “eşit uzaklık” kavramını şöyle ifade eder:

Laik bir ülkenin siyasal iktidarı bir hakem gibi davranmalıdır. Oyunun açık ve yasal bir nitelik taşıyan kurallarına, kendisi de dâhil olmak üzere, herkes tarafından uyulmasını gözetmelidir.”[16]

Atatürk de hiçbir zaman ve hiçbir yerde laikliği dinsizlik olarak görmemiş; tam aksine LAİKLİĞİN, MİLLETİ TEŞKİL EDEN BÜTÜN İÇİNDE bir tek kişi bile olsa, onun inancını ya da inkârını özgürce yaşayabilme hak ve fırsatını tanıdığı için GERÇEK DİNDARLIĞIN TEMİNATI olduğuna inanmış ve bunu söylemiştir.

Bunun içindir ki Atatürk, şöyle demiştir:

Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir.

Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi, ne bir din ne de bir mezhep kabulüne icbar edebilir (zorlayabilir). Din ve mezhep, hiçbir zaman politika âleti olarak kullanılamaz.”[17]

 

Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasî bir fikre mâlik olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine mâliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. Vicdan hürriyeti, mutlak ve taarruz edilmez. Ferdin tabii haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır… Türkiye Cumhuriyeti’nde her reşid, dinini seçmekte hür olduğu gibi, bu dinin mera­simi de serbesttir, yani âyin hürriyeti korunmuştur. Tabiatiyle âyinler, asayiş ve ıımumî adaba aykırı olamaz; siyasî nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere, artık Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez.”[18]

 

Türkiye Cumhuriyeti’nde, HERKES ALLAH’A, İSTEDİĞİ GİBİ İBADET EDER. Hiç kimseye dinî fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz.”[19]

Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mâni hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki TÜRKİYE’YE İSTİKLÂLİNİ VEREN BU ASYA MİLLETİNİN İÇİNDE DAHA KARIŞIK, SUN’İ, BÂTIL İTİKATLARDAN İBARET BİR DİN DAHA VARDIR. Fakat bu cahiller, bu âcizler sırası gelince, aydınlanacaklar­dır. Onlar ışığı kucaklayamazlarsa, kendilerini mahv ve mahkûm etmişler de­mektir. Onları kurtaracağız.”[20]

 

Nitekim Türkiye’de Devlet, ülkede bilinen yaygın dinleri tanımak­tadır, ancak bunların, antlaşmalardan doğan yükümlülükler hariç, kurumlaşmasına, yani cemaatlere bırakılarak kamusallık kazanmalarına izin vermemektedir.

Fertler, kamu düzenine aykırı olmadığı sürece “ferdî-toplumsal bir kurum” olarak dinlerinin emirlerini serbestçe icrâ edebilmektedirler(s.94-96).

Din hizmetleri, dinin eğitim, öğretim ve benzeri işleri, bir kamu hizmeti olarak Devlet eliyle yürütülmektedir.

Din ve vicdan hürriyeti, Anayasa’ya göre, temel hak ve hürriyetler arasında sayılmıştır.

Esasen kamu düzenine ve kanunlara uygun biçimde bir dine inan­ma veya inanmama ve onun gereklerini yerine getirme hakkı, din hür­riyetinin en temel şartıdır.

Laik devletin temel haklar katalogunda yer verdiği din hürriyeti ise iki unsurdan ibarettir:

Vicdan hürriyeti ve bunu tamamlayan ibâdet (âyin) hürriyeti.

(a) Vicdan Hürriyeti: Her ferdin bir dine inanmak veya inanmamak hususunda sahip olduğu hürriyettir.

(b) İbadet Hürriyeti: Bu hürriyet vicdan hürriyetinin doğal bir sonucu olup, dinini ve kanaatini birtakım merasimlerle açıklamak veya açıkla­mamak hususunda ferdin sahip bulunduğu hakkı gösterir.

Din hürriyeti, insanlığın uğrunda yüzyıllar boyunca mücadele ettiği ve tarifsiz zulüm ve kıyımlardan sonra nihayet laik devletle birlikte ger­çekleştirdiği temel bir hak olmuştur.

Din hürriyeti, insanlık için vazgeçilemeyecek tâbii hakların başında gelir, dedik.

Bununla beraber, Türk İnkılâbı,

Hurafelere ve bâtıl itikatlara da­yanan, yüzyıllarca dar kalıplar içinde bunalmış bir ortaçağ toplumundan,

Hayata bakan, hakikati arayan, ışığa koşan modern bir Türk toplumu yaratabilmek için, din hürriyetine bazı noktalarda sınırlamalar getirmek zorunda kalmıştır.

Bu mecburiyeti derinden hissetmiştir.

Bunu inkâr edemeyiz, etmemeliyiz.

Fakat şurası da ayrıca muhakkaktır ki, eğer bu sınırlamalar getiril­memiş olsaydı Atatürk’ün deyişiyle,

Eğer birtakım zararlı, köhnemiş telakkilerin, çağ­daş devlet içerisinde yaşamasına imkân verilmiş olsaydı, akla, hakikata, ilme, tecrübeye, hürriyete dayanan yeni bir Türk devlet ve toplum sistemi” kurmak ve yaşatmak imkânsız olurdu.

Türkiye’de din hürriyetinin sınırlarını çizen inkılâp kanunları, her şeyden önce bu hayatî zarurete dayanır.

İşaret edilmesi lâzım gelen diğer bir önemli husus da şudur:

İnkılâp kanunlarımızın hemen hiçbiri inanmaya veya inanmamaya, ibadet etmeye veya etmemeye, kısacası din hürriyetinin aslına, cevheri­ne, özüne dokunan yasaklar getirmemiştir.

Bu itibarla bazı din düşmanı memleketlerde uygulanan,

* Din aleyh­tarı,

* Din düşmanı bir politikaya ve

* Dini kökünden kazımak isteyen kaba, materyalist bir akıma Atatürk İnkılâbı asla yer vermemiştir.

ATATÜRK’E GÖRE LAİKLİK,

* İlmi olmaktır.

* Dini, devlet işlerine siyasete karıştırmamaktır.

* Dinin birtakım siyasetçiler veya softalar ve din simsarları elinde bir çıkar aracı olmasına kesinlikle engel olmaktır.

* Kimseyi inançlarından dolayı kınamamaktır.

* Kimseyi inanmaya ve ibadete zorlamamaktır.

*Umumî âdâb ve ahlâka mugâyir” olmamak şartıyla, kimsenin ibâdetini engellememek ve yasaklamamaktır.

Nitekim Atatürk der ki:

Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindar­lık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için hakikî dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, terakkinin ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış şark kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz.[21]

Din hürriyetinin sınırlarının çizilmesinde, o zaman için, laiklik prensibine hukukî yönden aykırı görünen bazı tedbirlere başvurulmuş­sa (arapça ezan yasağı gibi), bu tedbirlerin alınmasına daha çok millî kaynaklardan gelen ve yabancı bir kültür, özellikle dil hâkimiyetine is­yan eden bir düşünce tarzı etkili olmuştur, denebilir.

Bu dönemde, 1937’de, Cumhuriyet’in vazgeçilemez niteliklerinin kilit taşı demek olan laiklik ilkesinin belirlenmesi yolundaki en önemli ve en son adım atıldı ve “laiklik, 5 Şubat 1937 tarih ve 2115 sayılı Kanunla Anayasa’ya temel bir ilke olarak yerleştirildi.

Böylece daha on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı’da başlayan din işlerinin sadece ibadetler ve din hizmetlerinin yerine getirilmesi için bürokratik bir kuruma dönüştürülmesi faaliyeti, bu defa din ile devleti birbirinden ayırmak, ama Devletin kontrolünde tutmak, si­yasetten kesin uzaklaştırmak amacı gerçekleştirilmiş oluyordu.

Bir anlamda bu, Batı siyaset felsefesinde gördüğümüz Locke, Hobbes ve J.J. Rousseau tarafından ortaya atılan dinden amacına ve hedefi­ne uygun olarak istifadeyi son tahlilde halk iradesine veya bu iradenin ifadesi olan devlete sağlamlık ve istikrar kazandırmak olan birhalk dîni/yurttaşlık dîni” modeli idi(s.97-99).[22]

 

Laikliği, Atatürk’ün Düşünce Ve Aksiyon Planına Göre Değerlendirirken Dikkat Edilmesi Gereken Nokta

 

Temel ve vazgeçilmez ilke olan laikliği, Atatürk’ün düşünce ve aksiyon planına göre değerlendirirken, bir konuyu dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.

Laikliğin Batı dünyasında doğuşu ve seyri, genellikle ve sadece,

Dinin siyasal egemenlik alanından uzaklaştırılması ve

Kilisenin kendi dünyasında her açıdan özgür olması anlamını taşıyordu.

O sebepten laikliğin tanımı ve kapsamı da bu anlayışa göre şekillenmiştir.

Aynı tanımı ve uygulamaları, bir başka din ve toplum alanına aynen taşımamız, sosyolojik ve kültürel açıdan yanlış olur.

Çünkü “bir ülkenin tarihi, siyasî ve sosyal şartları, ülkede yaygın olan dinin özellikleri, o ülke için gerekli ve geçerli olan laiklik anlayışı ve uygulamasını geniş ölçüde etkiler”.[23]

Onun için bir “pozitif’ hukuk deyimi olarak Anayasa’mızda yer alan ve ülkemizde uygulanan laiklik, “yaygın dîni tanıyan hukuk düze­ni” olarak değerlendirilmektedir.[24]

Artık kesin olarak biliyoruz ki pozitif hukukun kuralları çerçeve­sinde laiklik,

  • Doğrudan egemenliğin kaynağı ile ilgili bir kavramdır;[25]
  • “Bir toplumun siyasal örgütlenmesinin ifadesi Devlet’in temel unsuru olan iktidarın /Devlet kudretinin /egemenliğin kaynağının be­şerî irade olmasıdır[26]
  • Ve dolayısıyla devletin din, felsefe ve siyaset konularında tama­men tarafsız kalması ve herhangi bir dinî, felsefî ve bunları istismar eden “ideolojik” çatışmalar vukuunda toplumu koruyan bir kalkandır.

Bu anlayış sonucu devlet için laiklik, dinlerin yerini alacak yeni bir dogmalar sistemi, siyasî ve ideolojik bir dayatma aracı, vatandaşlar için kabulü zorunlu yeni bir îmân olamaz, olmamalıdır da.

Gerçekten Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden itibaren Anayasamıza göre;

  • Laiklik devletin bir niteliğidir (Md. 2).
  • Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir (Md. 6).
  • Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir (Md. 10).
  • Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14.üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.
  • Kimse, ibadete, dini âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dola­yı kınanamaz ve suçlanamaz… (Md. 24/1,2,3).

Buna rağmen Anayasa, antlaşmalardan doğan yükümlülükler hariç, yaygın dini tanımaktadır.

Dini, ferdî-toplumsal bir kurum olarak ele alan Anayasa, din hizmetle­rini, dinin eğitim-öğretimini (Md. 24/2, ayrıca bkz. ve krş. Md. 26,27) bir kamu hizmeti saymakta (Md. 136), dolayısıyla hizmetin gerektirdiği bir örgütlenmeye yer vermektedir. Tabiî bu örgütlenme, ülkedeki maruf ve müesses bir dinin devlet eliyle örgünleştirilmesi değildir, sadece bir kamu hizmetinin kamu hu­kuku ilkeleri esas olmak üzere teşkilâtlandırılmasıdır.[27]

Hâsılı Atatürk’ü ve sonraki yöneticileri laiklik konusunda yaygın dini tanıyan bir hukuk düzenini tercihe zorlayan etken, dinin devlet ha­yatına müdahale edebilme ihtimaline son verme arzusudur.

Türkiye’nin tarihî, siyasî, sosyal ve kültürel şartları ve din adına oluşturulmuş sağlıksız görüntüler, yapay ve uydurma gelenekler dikka­te alındığı takdirde, devletin din işlerini düzenlemesi bir zaruret olarak kabul edilmelidir(s.101-102).

Saygıdeğer Prof.Dr. Ethem Ruhi Fığlalı Hocamıza sağlık ve huzur içinde uzun ömür dileklerimizle, eserlerini okumakla teşekkür borcumuzu eda edebileceğimizi ifade etmek isterim.

Kaynakça

[1] Prof.Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI, ATATÜRK’ÜN DİN VE LAİKLİK ANLAYIŞI, Ankara, 2022, 2.Baskı, AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi Yayını.

[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ethem_Ruhi_F%C4%B1%C4%9Flal%C4%B1

[3] Kemal ATATÜRK, Nutuk (1919-1927), İstanbul, 1961, Cilt: III, s.1241.

[4] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1997 (5.Baskı), Cilt: II, ATAM Yay., s.98-99; Ali SARIKOYUNCU, Atatürk, Din ve Din Adamları, Ankara, 2005, TDV Yayını, (6.Bs.), s.98-99.

[5] Atatürk’ün Bütün Eserleri, İstanbul, Kaynak Yayınları, Cilt: II, s.90’dan Ali SARIKOYUNCU, Atatürk, Din ve Din Adamları, s.16,s.14.

[6] Sadi BORAK, Atatürk ve Din, İstanbul 1962, s.33 (Hâkimiyeti Milliye, 21 Mart 1923); İsmail YAKIT, Atatürk ve Din, Isparta 2002, s.19-21.

[7] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, s.90.

[8] Sadi BORAK, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Ya­zışma ve Söyleyişleri, Ankara, 1980, Halkevleri Atatürk Enstitüsü Araştırma Yayını, s.162’den Ali SARIKOYUNCU, Atatürk, Din ve Din Adamları, s.19.

[9] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, Cilt: III, s.70.

[10] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, s.96.

[11] Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Ankara, 1930, s.116.

[12] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, Cilt: II, s.143.

[13] Hulusi YAZICIOĞLU, Bir Din Politikası: Lâiklik, İstanbul, 1993, s.47-48.

[14] Nur VERGİN, “Din ve Devlet İlişkileri: DüşünceninBitmeyen Senfoni’si”, Türkiye Günlüğü, XXIX (Temmuz-Ağustos 1994), s.15.

[15] Henri Pena-RUİZ, Laiklik Nedir?, (Çeviren: Ümran DERKUNT), İstanbul, 2007, Gendaş A.Ş. s.28.

[16] Jean BAUBEROT, Dünyada Laiklik, (Çeviren: E. C. GÜRCAN), İstanbul, 2007, Dergâh (Ekim), s.10.

[17] Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Ankara 1955, s.57.

[18], [19] M. Afet İNAN, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971, s.85-86; s.98.

[20] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, Cilt: III, s.93.

[21] Sadi BORAK, Atatürk ve Din, s.82.

[22] Ahmet ARSLAN, “Türk Laikliği ve Geleceği Üzerine Bazı Düşünceler”, Liberal Düşünce, Cilt:1, s.67, (Kış 1996). Ayrıca bkz. Jean Bauberot, Dünyada Laiklik, s.35-43.

[23] Turhan FEYZİOĞLU, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Temel İlkelerinden Lâiklik” (Pa­nel), Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 8, 1987, s.220-225.

[24]  Zeki HAFIZOĞULLARI, Lâiklik, Ankara: AKM Yayını, 1998, s.36.

[25] Toktamış ATEŞ, Laiklik-Dünyada ve Türkiye’de, Ankara 1994, s.33.

[26] Zeki HAFIZOĞULLARI, “Laiklik”, Erdem, Cilt: VII, Sayı: 20, s.364, 354.

[27] Zeki HAFIZOĞULLARI, “Laiklik”, Erdem, VII / 20 (Ocak 1991), s.378.

Laiklik hakkında ayrıca bkz. Sami SELÇUK, Kısıtlı Demokrasi Sancılı Hukuk, Truva Yayınları, İstanbul, 2009.

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
error: Uyarı: Korumalı içerik !!

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.