Bazıları bunu siyasilerin hamasi nutuklarla kitleleri galeyana getirebilmek için kullandığı bir takım siyasi eylemler dizisi ya da bir tür politik felsefe olarak tanımlar. Tanımların çoğu faşizmin milliyetçiliği her ne pahasına olursa olsun destekleyen otoriter bir yönetim biçimi olduğu konusunda hemfikir olmakla birlikte temel özellikleri tartışma konusudur. Faşizm genel olarak, I. Dünya Savaşı’ndan sonra iktidara gelen Alman Nazi ve İtalyan Benito Mussolini rejimleriyle ilişkilidir, ancak diğer bazı ülkeler de faşist rejimleri ya da onun unsurlarını tecrübe etmiştir. Almanya’da Adolf Hitler, İtalya’da Benito Mussolini, İspanya’da Francisco Franco ve Arjantin’de Juan Perón, 20. yüzyılın ünlü faşist liderleridir.
Columbia Üniversitesi Sosyal Bilimler Bölümü’nden emekli Profesör Robert Paxton bütün dünyada ‘Faşizm’ üzerine bir otorite kabul edilir. Paxton, faşizmi “liberalizm ve sosyalizme karşı gelişen 20. yüzyıla özgü, kendi dışındaki her tür fikri şiddet yoluyla dışlayan ve genişlemeci (colonialist) bir milliyetçiliğe sahip gündemi olan, propaganda tekniğiyle güncel (popüler) bir konu üzerinde yarattığı fırtınayla halkı harekete geçiren bir siyasal bir uygulama biçimi” olarak tanımlar. Diğer tanımlar, Paxton’a göre, katı bir biçimde Mussolini, Hitler ve diğerlerinin iktidara gelmeden önceki kayıtlarına dayanır. Faşistler bir kez iktidara geldiğinde gelmeden önce verdiği hiç bir sözü yerine getirmez. Amerikan Tarihçiler Birliği’nin İtalya’daki faşizmden bahsederken, “Faşist hareketin ilan edilmiş amaçları ve ilkeleri vardır ancak sonuçları yoktur. 1919’daki aşırı radikalizmden, 1922’de aşırı muhafazakârlığa kadar hemen hemen her konuda verilmiş sözleri vardı ancak tuttukları görülmedi,” demektedir.
I. ve II. Dünya Savaşları dönemi faşizmin ekonomi tarihi araştırmacısı olan Avustralya Melbourne’lü yazar Lachlan Montague, Live Science’a verdiği demeçte, “Faşizmi kesinlikle devrimci ve dinamik” olarak tanımlamış ve Zeev Sternhell’un, “Ne Sağ Ne Sol; aşırı milliyetçilik Tek Yol” olarak tanımladığı faşizmin manasız olduğunu söylemiştir. Çünkü bu söyleme göre faşizm felsefi olarak ne sağın ne de solun malıdır! Bu bakımdan, faşizmin tanımlanması zor olsa da, tüm faşist hareketler bazı temel inanç ve eylemleri paylaşır.
Faşizmin Temel Unsurları
Faşizmde, ulusa, ulusal değerlere (Ortak ve Yüce bir Ecdat Geçmişi) ve devletin kurucu ana ırkına ya da gurubuna bağlılık gerekir. Paxton’ın, “Faşizmin tek ahlaki kuralı her ne pahasına olursa olsun ulusu daha güçlü, daha yüce ve daha başarılı hale getirmektir.” Faşistler Milli gücü, bir milleti “iyi” yapan tek değer olarak gördüklerinden, bu hedefe ulaşmak için gereken her türlü yöntemi kullanırlar. Sonuç olarak faşistler, ülkenin gücünü artırmak için ülkenin bütün varlıklarına sahip olmayı amaçlar. Bu ülkenin bütün değerlerinin millileştirilmesiyle sonuçlanır. Bu yönüyle faşizm Marksizme benzer, tek farkı Milli bir Solun yani Nasyonal Sosyalizmin amaçlanmasıdır. Montague, “Eğer Marksizm, Rusya’nın “Sovyetler Birliği” hayaliyle ekonomik değerlerini (varlıklarını) paylaşan ülkelerin birliğini kurma projesi idiyse, faşistler de aynı şeyi kendi ülkeleri içinde yapmaya çalıştılar” diyor. George Orwell’in “Faşizm Nedir?” adlı makalesinde yazdığı gibi faşist rejimler “Aşırı Milliyetçilik” ilkesinin rehberliğinde, ayrıntılar farklı olsa da, benzer eylemler gerçekleştirme eğilimindedir. Paxton’a göre, bu tür rejimler, halka devletin güçlü olduğunu gösterirken devamlı halk içinde dolaşan liderlerin propagandaya yönelik hareketlerine dayanır. Faşistler, ülkeye ve zamana göre farklılık gösterse de zaman içinde kendinin iktidara gelmesi için destek veren diğer tüm gurupları sırayla günah keçisi ilan ederek şeytanlaştırıp bertaraf eder. Alman Nazi rejimi önce Yahudileri ardından da Alman olmayan diğerlerini şeytanlaştırmıştır. Mussolini’nin faşist rejimi ise önce Bolşevikleri ardından da Çingeneleri şeytanlaştırdı. Ancak Yahudilerle çalıştı hatta metresi ve biyograficisi bir Yahudi’ydi. Hitler’le olan ittifakından dolayı rejimine anti-Semitik unsurları dâhil etmesine rağmen genel olarak biyolojik ırkçılık konusunda Hitler’den ayrıldı. “Faşizmin Anatomisi" de dâhil olmak üzere birçok kitabın yazarı olan Paxton (Vintage, 2005), faşizmin felsefi düşünceden çok duygulara dayandığını ve felsefi bir alt yapısının olmadığını söyler. 1988’de Modern Tarih Dergisinde yayınladığı “Faşizmin Beş Aşaması” adlı makalesinde faşist rejimleri, “tutkuları yönlendiren” rejimler olarak tanımlamıştır.
1- Gurubun önceliği. Gurubu desteklemek bireysel ya da evrensel hakları korumaktan çok daha önemlidir. Desteklenilen gurubun (ya da ümmetin) dış güçlerin kurbanı olduğuna inandırarak bu düşmanlara karşı her türlü davranışı haklı görürler. Bireycilik (Bencillik) ve liberalizmin tehlikeli bir çöküş sağladığı ve gurup üzerinde olumsuz etkilere sahip olduğuna inanırlar.
2- Aidiyeti Duygusu. Kardeşlik birliği ve saflığı ortak bir inançla kuvvetlendirilir veya gerektiğinde bu amaca ulaşmak için dışlayıcı şiddete başvurulur (FETÖ dahil bütün cemaatler Tasavvuf kardeşliğini böyle sağlar. Menzilcilerin kavgaları en iyi örnektir). Kişinin kendine saygısı (öz saygı ya da izzet-i nefs) gurubun değerleri içinde erir ve gurubun değerlerine saygı dışında hiçbir şey önemli değildir artık. Paxton buna “gelişmiş bir kimlik ve aidiyet duygusu” diyor. Her zaman erkek olan bir “doğal” lidere aşırı destek ve bağlılık bunun en önemli şartıdır. Bu da erkeğin ulusal kurtarıcı lider olarak kabul edilmesiyle sonuçlanır. Paxton bunu, “Darwinist mücadelede gurubun başarısı için şiddeti irad etmenin muhteşem güzelliği” olarak tarif eder. Bir ‘ırkın doğal üstünlüğü’ fikri veya özellikle Hitler örneğinde olduğu gibi, “Biyolojik Irkçılık Fikri”, Darwinizm’in faşist bir yorumundan başka bir şey değildir! Faşist diktatörlükler iktidara geldiğinde, bireysel özgürlükleri bastırır, rakiplerini ve karşı fikirdeki bütün gazetecileri hapseder, grevleri yasaklar, ulusal birlik ve yeniden canlanma adına sınırsız polis gücüne izin verir ve askeri saldırganlıkta karar kılar.
3- Faşizm Ekonomisi. Montague’ye göre, faşist ekonomi karmaşıktır. Faşist hükümetlerin iddia ettikleri hedef ötarşi (kendi kendine yeterlilik) veya bağımsız ekonomi politikasıdır. 1920-30’ların faşist liderleri bunu burjuvanın kâr hedefli (odaklı) kapitalizmiyle birçok sosyal kurumu parçalayan ve burjuvaziye zulmeden devrimci Marksizm arasındaki en etkin orta yol olarak tanımlamışlardır. Ekonomi ve Özgürlük Ansiklopedisi faşizmin ekonomik uygulamalarını “kapitalist ciltli külüstür sosyalizm” olarak tanımlar. Paxton, faşizmin özel alanı ortadan kaldıracağını iddia ederek iktidara geldiğini ancak iktidara geldiğinde şaşkınlıkla gerçekte böyle bir alanın olmadığını temaşa eylediğini, bu sefer de böyle bir alanın varlığına halkı inandırmaya çalıştığını söyler. Bu durumda gerçek faşizm için üniversiteli ya da liseli değil ilkokul ya da kuran kursu talebesine ihtiyaç vardır. İnanmışa gerçeği ispat edemezsin! Montague, faşizmin ekonomik yapısını daha iyi anlamak için bundan nemalananlara bakmayı önerir. Hitler de çok erken bir tarihte varlıklı seçkinler tarafından büyük destek görmüştür. BMW, Bayer, vb. gibi büyük şirketler savaş esirlerini köle gibi kullanmış, hatta hükümetle sözleşmeler yapmıştır. Mussolini rejimine geçişte marjinal fayda sağlayan yoksullar durum değiştiğinde en çok acıyı çeken gurup olmuştur. İtalya’da işler biraz daha karmaşıktır. Almanya ve İtalya’da faşist hükümetler bir taraftan ticaret, finans, medya, tarım ve üretimde kendi kartellerini kurup devletin gücünü daha da ileri götürecek olana yetki verirken diğer taraftan seçkin muhafazakâr iş adamlarının mülklerini korumalarına ve servetlerini artırmalarına da izin verdi. Karteller maaşları düşürdüğünde itiraz eden işçileri ulusal gururu okşayan marşlarla evlerine uğurladılar. Böylece faşizm adına kapitalistlerle muhafazakâr seçkinler işbirliği yapmanın yolunu buldular. Faşistler devletin bütün malları ortaktır kâr halk arasında bölüştürülecek gibi çok radikal fikirlerle iktidara geldiklerinde bile, her zaman, özel mülkiyeti korudular. Bu çok garip bir ittifaktı. Muhafazakârlar temelde düzenlerini sürdürmek için mevcut kilise (cami) gibi kamu mallarının ortak ama özel mülkiyet gibi varlıkların özellerinden çıkmamasını isteyen birer düzen adamı iken faşistler, ulusal güç, ihtişam veya genişleme sağlayacaksa bütün sosyal kurumları hatta dini de parçalayacak derecede devrimcidirler. Alman iş adamları başlangıçta kapitalizm karşıtı fikirleri olduğundan Hitleri destekleme konusunda pek hevesli değildi. Fakat daha sonra birçok ortak noktaya sahip olduklarını keşfettiler ve bir ittifak yaptılar. Ancak hep birbirlerinin ayaklarına bastıkları için nihayetinde muhafazakârlar 20 Temmuz 1944’te Hitler'i öldürmeye teşebbüs etti. Böylece faşizmin ya da – izmlerin bumerang etkisi başladı ve bütün iş adamları tevkif edildi. İki hareket arasına husumet girerek kan davalık oldular.
Faşizmi tanımlamak neden bu kadar zordur?
Montague, “Bir faşizm uzmanı için en korkutucu şey ondan faşizmi tanımlamasını istemeleridir,” diyor. Orwell, “1944’te, dünyanın çoğu faşist rejimlere özenirken, faşizmin ne kötü olduğunu anlatmanın çok zor olduğunu söyler. Onun “Faşizm Nedir?” adlı denemesinde, sorunun zorluğunun faşist rejimlerin pek çok yönden çılgınca kaypak olmasından kaynaklandığını söylüyor. Örneğin, Almanya ve Japonya’yı aynı çerçeveye sığdırmak kolay değildir. Hatta faşist olarak nitelendirilebilecek bazı küçük devletlerde bu durum daha da zorlaşır. Faşizm her zaman içinde bulunduğu ülkenin kendine has özelliklerini ele alıp bunlar üzerinde oynayarak çok farklı rejimlere yelken açar. Örneğin, ABD’de otantik faşizmde (Beyazların hareketinde) din laik Avrupa’dan daha güçlüdür. Ancak ABD seküler olmakla birlikte ırkçı beyazlar seküler değil çoğunlukla Evanjeliktir. Ve Evanjelik Faşizmin ulusal varyantları komünizm veya kapitalizmin ulusal varyantlarından daha büyük farklılıklara sahiptir. Faşist olmayan hükümetler ulus için hassas konularda güçlerinin çok canlı olduğunu göstermek için sık sık faşist rejimlerin öğelerini taklit etmiştir. Örneğin, bürokrat takımının (renkli gömlekliler) kitlesel hareketleri otomatik olarak faşist bir siyasi uygulamaya eşit olmaz. Ayrıca sözcüğün ortak yerel dildeki yaygınlığı da tanımlama sorunlarına neden olur. Montague, “faşist” terimi, eskiden hakaret olarak kullanılırdı bu da anlamını özellikle de kelimenin taşıdığı şeytani doğayı sulandırdı” diyor. Komünizm, kapitalizm, muhafazakârlık, liberalizm veya sosyalizm gibi diğer politik, sosyal veya etik felsefelerin aksine, faşizmin belirli bir felsefesi yoktur. Paxton’un yazdığı gibi, ne bir “Faşist Manifesto” vardır ne de faşizmin bir kurucusu!
Sahnenin Faşizm için hazırlanması
Faşist rejimlerin iktidara gelebilmesi için ülkenin sosyo-kültürel ve politik karmaşa içinde olması gerekir. 20’li, 30’lu yıllarda İngiltere gibi pek çok ülkede faşist fikirlerin cezbedici hale gelip taraftar kazanması bu tür siyasi hareketlerin iktidara gelmesinden ya da faşist partilerin önemli siyasal aktörler haline gelmesinden daha önemlidir. Daha da önemlisi, 20. yüzyılda faşist rejimlerin taraftar ve güç kazanması için ciddi ulusal krizler ve ihtilallar gerekiyordu. Bu zaviyeden bakacak olursak AKP bu tarife genel hatlarıyla uymayı diğer partilerden daha çok hak eder.
Bunları niye yazıyorum, çünkü Suriyeliler konusu ortaya konduğunda iki kelime (terim; kavram) etrafında dönüyor bütün kavga: Irkçılık, faşizm.
Türkiye Gazetesi’nden Cem Küçük 31.07.2019 tarihli “Bütün argümanınız, “Suriye’ye gidip savaşsınlar mı?” adlı makalesinde şöyle diyor: “Türkiye’de ne yazık ki bazılarında ırkçı bir damar var. Millet olma bilinciyle ırkçılığı karıştıran bu damar kendinden olmayana her türlü kötülüğü mübah görüyor. Kürtler, Aleviler, dindarlar, milliyetçiler eski Türkiye’nin hoyratlığından nasibini aldı. Gayrimüslimler ya da başka ırktan olanlar bir kısım tarafından ikinci sınıf insan muamelesi gördü. Bunun en son örneği Suriyeli kardeşlerimizdir.”
Hayret ediyorum bu “CAHİLLİĞİ NEYE BORÇLUYUZ?”
Birincisi, madem milli değerleri savunuyorsun ‘argüman’ kelimesi yerine iddia, sav, tez kelimelerini ne demeye kullanmazsın, be adam?
İkincisi iddiamız/savunmamız Suriye’de gidip savaşıp savaşmamaları değil! İddiamız, hem yukarıdakiler hem aşağıdakiler, madem bu kadar ensar muhacir hayranıyız yapın bi referandum, “Suriyelileri istiyor musunuz yoksa gitsinler mi,” diye sorun ve alın boyunuzun ölçüsünü. Bu iş bu kadar basittir. Ne koca karı gibi dır dır ediyorsunuz!
Ayrıca bizim iddiamız, “Türkiye de her dört kişiden biri işsiz iken, işsizlik oranları çığ gibi artar iken, açlık sınırında olan insan sayısı gelen Suriyeliler kadar hatta daha fazla iken bunları doyuracağınıza neden kendi fakirinizi doyurmazsınız, neden bu paraları birkaç fabrika kurmaya harcamazsınız,” şeklindedir. Madem 40 Milyar dolar harcandı, harcamak için ya da harcarken halka hiç sordunuz mu? Eğer müslüman isek bu kırk milyar dolar için dahi millete gitmeniz ondan izin almanız lazım değil miydi? Kesinlikle gitmeniz lazımdı! Zira hakkını helal etmeyenler çığ gibi.
Üçüncüsü dünyada hiç bir ülke hiçbir zaman bu kadar çok sayıda mülteciyi kabul etmez, edemez! Hiç bir ülke sosyokültürel, ekonomik, siyasi, sağlık, eğitim ve bulaşıcı hastalıklar sebebiyle bu kadar büyük bir kütleyi kabul etmez. Ne ABD ne de Avrupa, esas mesele budur “Bunun için Yususf Halacoğlu son yazısında devleti uyarır, küçük Kafa.”
Dördüncüsü Suriyelileri kabul edip etmemenin ne faşizmle ne de ırkçılıkla bir alakası vardır. Tamamen devletin ekonomisi halkında sağlığı ve sosyal yapısıyla ilgilidir.
Beşincisi bu bir kişisel tercihtir ister kapımı açarım ister kapatırım kime ne?
Irkçılık nedir onu bile bilmiyor vatandaş. Millet olma bilinci Türkiye’de yerleşmiş midir? Millet ne demektir bilmeyenin millet olma bilinci de olmaz. Hele hele sürü bilinci gelişmiş ise hiç mi hiç olmaz! Arkadaş diyor ki; “Millet olma bilinciyle ırkçılığı karıştıran bu damar kendinden olmayana her türlü kötülüğü mübah görüyor.” Tamam ırkçılar var olduğunu anladık, Türkiye’de. Peki, kimdir bunlar? Kürtler, Aleviler, dindarlar, milliyetçiler eski Türkiye’nin hoyratlığından nasibini aldıysa kimdir bu ırkçılar? Benim bildiğim milliyetçilere deniyordu “ırkçı faşist”, bu hoyratlıktan onlar da nasibini aldı ise kim bu ırkçılar yahu?
PKK mı?
Kürtlerin ekseriyesi zımmi olarak PKK felsefesini benimser ve destekler ama hareketini tasvip etmez. O zaman ırkçı onlar.
Ha anladım; “Gayrimüslimler ya da başka ırktan olanlar,” demek istedin, he mi?
Lafa bak!
Gayrimüslimleri ne zamandır başka ırktan sayıyoruz? Müslüman olmayanlar diye nitelediğin ne zaman ırk kategorisine girmeye başladı?
Faşizmin lügatine sokmak istediğin bu tanımlamalar faşizmin lügati olmadığı için ona da girmez! “Faşist” terimini hakaret olarak kullanıyorsan bilesin ki bu safsatalarınla o derekeyi sen daha çok hak ediyorsun.
2011 yılında doğan Arap Baharı hâliyle Suriye’yi de etkiledi ise BOP değil miydi onun proje adı?
Kimdi eş başkanı?
Esad rejimini hoplatan kimdi, Halkı isyana teşvik eden? Gelin denmeseydi kim gelirdi ki? Türkiye de Suriyeli vatandaşlara kapısını haklı olarak açmadı, politikayı yönetemedi lafın altında kaldı da açtı. 3,5 milyon Suriyeli ülkemizde artık misafir değil, kalıcı! Kimi kandırıyorsun sen?
Küçük’ün BBC’nin Dünya Tarihi isminde nefis dergisinden alıntı yaptığı 2018 Ağustos/Eylül sayısı günümüz göç problemini masaya yatırmış değildir. İnsanlık tarihi göçlerle başlar, dünyayı göçler değiştirir bu doğrudur da bu günkü devletlerin oluştuğu 20. yy göçleriyle M. Ö. cereyan eden göçler farklıdır! Bu günkü göçler göç edilen yerde azınlık olma zihniyetiyle damgalanır hâlbuki tarih öncesi göçlerde böyle bir durum yoktur. Artık milletler ve devletler bellidir. Göçe yukarıda sayılan sebeplerle iyi gözle bakılmaz. Göçmenlik yasaları ve gerekçeleri farklı farklıdır. Yani M. Ö. 3000 yıllarında Ukrayna da beliren YAMNAYA göçü bu günkü Avrupa’nın nerede ise % 51.5’unu oluşturur ve kökeni SUBAR’dır. Ancak SUBAR-YAMNAYA-ANDRONOVO çizgisi göçü senin dediğin gibi değildir, olsa idi bu gün Alman dediğimle sütkardeş olmam gerekirdi! 5000 sene önceki göçlerle bu günkü Avrupa şekillenmiştir ancak bu günkü hiç bir göç bir halk şekillendirmez sadece azınlık şekillendirir. Ayrıca Suriyeli göçü de o göç mantalitesi ile bağdaşmaz. Çünkü bu kadar büyük bir nüfus azınlık olarak kabul edilmez. Böyle bir kütle istediği an devlete karşı koyacak büyük bir güç unsuru demektir. Böyle bir kütlenin bünye içinde eritilmesi de sosyolojik olarak imkânsızdır. Bu sebeple Antropoloji, Arkeogenetik, Genetik ve Tarih cahili bu arkadaş Yıllar sonra Suriyelilerin torunları Türk devletinin kendileri için yaptıklarını öveceğini keyifle anlatırken ucuz hamasi nutuk attığını bunların gerçeği yansıtmayacağını da bilmiyor. Suriyelilerin torunlarının Türkiye’yi övmesi iyi bir temennidir sadece, ama gerçek değildir! Ayrıca övmesin, övmesini de istemem kardeşim. Sadece artık kendi topraklarına gitsinler ve benim paramla bana katma değer kattıklarını ifade etmesinler.
Laila’da AKP’nin yarattığı zülüfleri kınalı Mustafa Ceceli gençliği ile birlikte nargile fokurdatmaları bize sığınmak mı oluyor? Böyle ucuz hamasi ifadelere sizin cenahta yarattığınız yeni dişi Necip Fazıl örneği yazarınız “PAÇOZ” diyor! Bunlar da PKK Kürtleri gibi başa bela Türkiye vatandaşı olmuş olacaklar. Yine faşizmle ırkçılığı bulamaç haline getirmiş bay bilen.
Bu halinle bay bilen yukarıdaki Faşizmin 2. şıkkına uymuşsun, haberin yok. Faşist diye aşağılarken aşağılık faşist olmuşsun!
Bir diğeri ise Yeni Şafak’tan, 06 Ağu 2019 tarihli “Beyaz adam nasıl çıldırıyor yahut vur emrini Ogan mı verdi?” yazısıyla İsmail Kılıçarslan’dır. “Yetersiz beyaz adam” lafını kavramsallaştırmanın üzerinde durmuş. Ancak yazarımız İmam Hatip Lisesi mezunu ve yapmaya kalktığı iş benim diyen felsefecinin yapabileceği bir iş değil! Bu konuda bir makalesi olup olmadığını bilmiyorum. Ancak bir şeyi felsefi kavram haline getirmek için bütün toplumca karşılık bulan bir olayın olması ve o olaydan ders çıkarılması için klişe ya da sloganik bir ifade bulunması gerekir. Acınacak bir hal. Yetersiz beyaz adam derken kendi toplumu dışında bir toplumu nitelediğini bilmediği gibi beyaz adam derken kendisini nereye koyacak? Kendisi kırmızı mı, mor mu yoksa bok kahverengisi mi?
Diyor ki vatandaş; “Yetersiz beyaz adam kendisini doğduğu ülkenin asıl avantajlısı olarak kurguluyor ve bu avantaj belirgin bir “beyaz adam üstünlüğüne” dönüşmeyince kapıyor silahı bam bam bam … Öldürüyor 50-60 kişiyi.”
Bir ülkede yaşayan için o ülke kendi ülkesidir. O ülke de vatandaşına dışarıdan geleceklere karşı bir takım korumacı avantajlar sağlar. Ben varken benim gireceğim işe bırakın Suriyeliyi bir tane Almanın Etyopyalının bile başvurmasını istemem. Ülkem yabancıya beni tercih edecekse ona benim ülkem demem! Bu bir ülkenin vatandaşı olmanın avantajıdır. Ama adam bunu bilemeyecek kadar cahil, ya da bir toprak parçasında yaşadığını zannediyor her gelip giden yararlansın kimse nerelisin diye sormasın. Cahillik diz boyu!
Hem Amerika’da hem de Türkiye’de yükselen popülist ırkçılığın asıl numarası “perde gerisinde kalan” kanaat önderlerinin insanların zihinlerini her türlü suça hazır hale getirmekmiş. Irkçılıkta perde gerisinde kanaat önderi olmaz! Faşizmde olmaz! Bunların felsefi manifestoları yoktur. Bunları kanaat önderleri de yönetmez. O dediğin FETÖ ise, burada kanaat önderiyim diyen cübbelilere bakacan yavrum önce! Irkçılık biyolojik gerçekliğe dayanır; aynen Çin’in Doğu Türkistanlılar aslında Müslüman Çinlilerdir dediği gibi!
Bir de alçı kafa var, aynı tastan yiyen.
Bilgi kırıntısı bile olsa saygı duymak gerekir bunlara. Bize CAHİLLİK gerçeğini gösterdikleri için hepsine teşekkür edip Allah’a şükretmek lazım!
Bir de el etek öpen tarihçimiz ve onu desteklemek için –hınk deyicimiz de var! Neymiş efendim – eski İstanbul âdeti imiş, eski bir arkadaşını görünce elini öpesi gelmiş. Kardeşim el öpersin tabii ama akranının elini öpmezsin! Hadi diyelim öptün karşındakini görünce gözlerini fal taşı gibi açıp, bir kocaman “– Aaaaa!” deyivererek ayağa fırlayıp eline yapışmak arkadaş eli öpmek midir? Yoksa el etek öpeceği adamı başta tanıyamayan çarıklı erkânı harbin o şaşkınlıkla ayağa fırlaması mıdır, şu sergilenen? Ne dersin, hınk deyici beyefendi?
Allah ıslah etsin ne diyeyim…
CEHALET, CEHALET…
ENTELEKTUALİTE CEHALETİ…