Bilindiği üzere, uluslar arası ilişkiler uluslararası hukukla düzenlenir.
Bir ülkede yapılan projelere, diğer ülkelerden gelecek itirazlar da, başlanan projeyi icabında yarım bırakıp engelleyeceği gibi yaptırımlara da sebebiyet verecek olup, mevzu olan projenin Avrupa İnsan Haklarına kadar da taşıyacağı açıktır. Neden bahsediyoruz. Elbetteki Kanal İstanbul'dan!
Karadeniz ile Marmara Denizi'ni bağlayan İstanbul Boğazının en dar yeri 698 metredir. Genişliği ise, yerlerde 3 bin 500 metreye kadar çıkar. Ancak biz, İsanbul boğazından geçen gemilerin trafik yoğunluğu bahane edilerek, mevcut boğazın trakya yönünde suni olarak yapılmak istenen, projeden bahsedeceğiz.
Önce, hukuki boyutunu bakalım. Yapılacak proje çevreyi de etkilediğinden, yapılabirliğinin hukuki yönüne de bakılır. Bir bina bile yapılırken, hukuki bir sürü işlemleri vardır. Çevreyi ilgilendirecek projeler de ise, birden çok yerlerden izin almak gerekir: Örneğin, Çevre Düzenine uygunluk raporu olarak kısaca adlandırılan ÇED raporu, projenin yapıldığı ülkeyi ilgilendirir, bazen de, yurt dışı ülkeleri de etkileyen meseleler de ortaya çıkar.
Kanal İstanbulun yapılması, bütçe fazlalığı veren ülkeler için gayet normal olabilir. Özellikle, ekonominin durgunlaştığı dönemlerde yapılırsa, işsizliğe bile çare olan lokomotif görevi üstlenir. Ancak işin ulusal hukuki yönüne de bakmak gerekir. Şöyleki: 1992 yılında imzalanan Bükreş Sözleşmesi ile 2011 yılında yürürlüğe giren ‘Karadeniz Biyolojik Çeşitlilik ve Peyzajın Korunmasına ilişkin Protokol; Türkiye’nin imzaladığı pek çok anlaşmayla ters düşüyor. Çünkü, söz konusu proje sadece İstanbul’u değil, Karadeniz’de kıyısı olan ülkeleri de ilgilendiriyor.
Yine, Kanal projesinin kümülatif etkisine de bakmak gerekiyor: İklimin değişmesi, su varlıklarını kirletip yok etmesi, proje güzergahı çevresindeki ormanı ortadan kaldırması, toprak yapısını bozması gibi nedenler ile muazzam boyutlarda sorunlar ortaya çıkarıyor. Proje yapımına ilişkin olarak yeterli üniversiteye veya araştırma kurumuna başvurulmaması da, ayrı bir mesele..
Deniyor ki, Kanal bölgesi çürük yumurta gibi kokacak. Ve bu koku geçici de olmayacak; devamlılık arzedecek. Ama bu koku nasıl oluyor: Aslında Karadeniz dev bir havuz. Derinliği 2 bin metre olan bu havuzdaki suyun tuzluluk oranı ortalama binde 16’dır. Karadeniz’e dökülenTuna, Dinyeper, Dinyester ve Don nehirleri bu havuzu tatlı suyla doldurur. İstanbul Boğazı ise, gelen suyu boşaltan musluk görevini yapar. Ayrıca, buharlaşma ve Akdeniz yazının sıcağı ve kışının kuru poyraz rüzgârları ile sürekli su kaybeder. Buharlaşma yanında, Karadeniz’in fazla suyu İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçer. Meydana gelen su eksikliğine karşılık da, Cebelitarık Boğazı’ndan geçen Atlantik Okyanusunun yüzey suyu ile su eksikliği tamamlanır. Karadeniz’i besleyen kaynaklar, tatlı su olmasına karşılık, Akdeniz’den gelen suyun alt seviyesi ortalama binde 35 oranındaki tuzluluk, boğazların altından ters yönde ilerleyen karşılıklı iki akıntı teğet olarak geçmez. İstanbul boğaz’ının dip yapısı nedeni ile birbirine karışır.
Mevcut olan İstanbul Boğazı’na, Trakya yönünde yaklaşık 45-47 kilometre uzaklığında ve paralel olarak 25, hatta 28 metre derinliğinde yeni bir kanal açmak, havuza giren suyu arttırmadan, ikinci bir musluk takmak anlamına gelir. Havuz boşalır, ama deniz boşalmasa da Akdeniz ile Karadeniz arasındaki 30 cm yükseklik farkı zamanla azalıp 20 cm, sonra 10 cm gibi değerlere inecektir. Yine de su seviyesi düşmez. Çünkü bu eksiklik hemen Akdeniz suyu ile tamamlanır ve Karadeniz’in tuzlanma oranını arttırır. Karadenizin de, biyolojik canlılık dengesi bozulur.
Diğer taraftan, asıl mesele Marmara’nın üst 25 metresindeki az tuzlu Karadeniz suyu; 25 metre altında ise deniz dibine kadar olan kısımda da, Akdeniz'den gelen tuzlu su vardır. Tuzluluk yoğunluğu farklı iki su tabakası, iki koşul dışında, dikey yönden birbirleri ile karışmazlar. Ancak ne var ki, üst sudaki organik maddeler zamanla bu bariyeri geçer ve alttaki suda birikir. Parçalanma sürecinde, oksijen tüketen bu organik maddeler alt tabakayı besince zengin bir hale getirir. Normal koşullarda üstteki su, alttaki su ile karışmaz. Yani tuzluluk bariyerini aşamaz. Atmosferdeki oksijen ise, bu tabakayı geçemediği için alt tabadaki suyun oksijeni giderek tükenir. Marmara Denizi’ndeki oksijen eksikliğinin çaresi, oksijen kaynağı olan Çanakkale Boğazı’nın altından giren Akdeniz suyudur. Buna karşılık, Karadeniz'den İstanbul Boğazını geçerek gelen deniz suyu; Marmara’ya o hızla çıkınca, başka türlü karışma imkânı bulamayan alt tabaka suyunu vakumlar gibi emer ve üst su ile karışır. Bu süreç tüm sene boyunca devam eder. Ancak, üst su tabakası 3 ayda bir; alttaki su tabakası ise 7 yılda bir değişir. Bu özellik sadece Marmara’ya hastır. Bahsedilen özelliğinden dolayı Kanal İstanbul’u Süveyş’e ya da Panama’ya benzetmek doğru olmaz. Yapılacak Kanal İstanbul ise, bu hassas dengeyi bozmaktadır. Uzmanlara göre, derinliği 25 metre olacak şekilde, ikinci bir musluk açıldığında, Karadeniz'in suyu Marmara’ya daha hızlı akacak ve bol besinli üst tabaka zaten can çekişen alt tabakaya baskı yaparak oksijenin hızla azalmasına neden olacaktır. Oksijen bittiğinde ise geri dönüşü olmayan bir noktaya gelinecektir. Kanal kapatılsa bile oksijensizlik kimyasal dengeleri altüst etmiş olacağı için alt tabakadaki hidrojen sülfür yoğunluğu gittikçe artarak etrafa yayılacak ve havadan yüzde yirmi ağır, dibe çöken çürük yumurta kokulu dayanılmaz zehirli bir hava, İstanbul'u bir yana, Marmara'yı da ölü denize dönüştürecektir. Dolayısıyla, Karadeniz suyu yapısı ekolojik yönden bozulacaktır. İşte sadece bu nedenlerle yapılacak olan Kanal İstanbul, İstanbul'a yapılacak en büyük kötülük olacaktır.
Ayrıca; Kanal İstanbul'un yapılmasıyla da, İstanbul'un halen suyunu temin eden baraj ve su kaynakları da azalacağından, susuz bir İstanbul karşımıza çıkacaktır.
Düşünebiliyor musunuz? Karşınızda, havadan yüzde 20 daha ağır ve zehirli; çürük yumurta kokulu bir havalı ve yine susuz bir İstanbul olacak…