Bizim Yeni Osmanlıcı tayfanın tarih okuması tevatürün tekrarından ileri gitmez. Türkiye, yaşanmış gerçeklikle hiçbir ilgisi olmayan şizofrenik kurgusallığın devlet politikasına dönüştürülmesinin ciddi sıkıntılarını yaşamaktadır. Hayati çıkarlarıyla ilgili olmayan konulardaki anlamsız ataklar, Türkiye’yi küçük düşürmekte, itibar kaybına yol açmaktadır. Dozu iyi ayarlanmamış, ekonomik, politik askeri potansiyelinin çok ötesine geçen güç gösterileri, muhataplarca ciddiye alınmamaktadır.
29 Ekim 1923, Türk modernleşmesinin simgesel tarihidir. Cumhuriyet, bizim için rejim değişikliğinden çok öte anlamlar içermektedir.29 Ekim 1923, devleti ve toplumu, Ortaçağ kurumsallığı ve anlayışından tümüyle arındırmaya yönelik bir uygarlık tercihi idi.
Osmanlının, askerlik ve vergiden muaf olmanın yanında başkaca ayrıcalıkları olan Medrese sınıfı Cumhuriyeti hiç sevmedi. Onlar için Cumhuriyet, Medreseye, yüzyıllardır süregelen ayrıcalık ve saygınlığın kaybına neden olan rejimdi. Kabakçı Mustafalar, Patrona Haliller gibi maşalarla, Osmanlının kimi halife sultanlarını dize getiren Medrese, eski gücüne kavuşmak için sabırla uygun zamanı kollayacaktır. 31 Mart anlayışı için, Cumhuriyetin temsil ettiği değerlerden 100 yıllık rövanşı almak, ülkenin ve milletin çıkarlarından çok daha önemli ve önceliklidir.
Anayasal kurallar, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, birey ve toplumsal özgürlüğün güvencesi laik demokratik düzen, insanlığın teokrasiye karşı çetin mücadeleler sonucu elde ettiği kazanımlardır. Çağdaş demokrasi için esas olan yurttaşların ve toplumun hukuk güvenliğini garantiye alan kamusal/kurumsal güvencelerdir.
Teokrasi için esas olan ise asla değişmemesi gereken teolojik kurallardır. Teolojik buyrukları uygulayacak olansa, gücünü ve kudretini teokratik düzenden alan monarşik liderdir. Osmanlının klasik dönemindeki, gücün ve kudretin, mülkün sahibi halife sultan, kayıtsız şartsız baştakine itaat etmekle yükümlü olanlar ise tebaası, yani kullarıdır.
Yeni Osmanlıcılık (!) döneminde, Eski Osmanlının Halife Sultan / Tebaa ilişkisinin geri gelmesi, gündelik yaşamın bu denkleme göre düzenlenmesi, “Sivil Anayasa” söyleminin ardına gizlenerek gündeme getirilmektedir. Cemaat atmosferinin, düşünmemek, sorgulamamak, kayıtsız şartsız itaat etmek atmosferinde yetişmiş anlayışın sahipleri gücü ele geçirdiğinde ülkede neler yaşanacaksa onları yaşamaktayız.
İtaat kültüründen gelen, efendi hazretlerinin buyruğuna gözü kapalı uymayı ibadet sayan bir anlayışın, birey özgürlüğünü esas alan sivillikle en ufak bir ilgisinin olamayacağı tartışmasızdır. Bu yalın gerçekliğe rağmen niçin sürekli olarak sivillik, sivilleşme, sivil anayasa söylemine başvurulduğu üzerinde düşünülmelidir.
Yol haritalarındaki nihai hedef, ajandalarındaki öncelikli gündem, herkesin bildiği bir sırdır: Baştakinin her sözünde, her davranışında derin hikmetler bulan, bu nedenle kayıtsız şartsız uyulmasını öneren medrese geleneğinin gönlündeki, kafasındaki postmodern padişahlık fermanı, emirnameler dizgesi, sivillik makyajıyla piyasaya sürülmektedir.
Kuvvetler ayrılığına, yargı bağımsızlığına, laik demokratik rejim özlemlerine tümüyle son verecek, Atatürk Türkiye’sinden geriye kalan son tortuları da temizleyerek, lideri can sıkıcı hukuk engellerinden tümüyle kurtaracak, halkın prangası olarak tasarlanan Sivil Anayasa tuzağına düşmemek için bu kez “yetmez ama evet” değil, “yeter artık, bin kez hayır” demek gerekiyor!