HÜSEYİN MÜMTAZ

KIRK YEDİ YIL OLMUŞ…

Tam kırk yedi yıl geçmiş.

“Birinci yıl”da, Lefkoşa’daydım.

Sabahları yasemin kokuları ile uyanırdım.

Bazen bahçedeki dallardan, bazen de yastığımın altına, hatırı kırk yıl sürecek sade kahveyi yapan bir el tarafından konulmuş olan üç dört yaprak yaseminden gelirdi o koku.

Mayıs dedin mi başlardı sıcaklar…

Gece bütün pencereler açıktı, kapılar kilitlenmezdi.

Tek katlı evlerin açık pencerelerinden birileri değil girmek, bakacak diye de kimse şüphelenmez, endişe duymazdı.

Zaten çok katlı ev de yoktu.

Herkes birbirini tanır, yürürken selamlaşırdı.

Çünkü 1571’de hepsi aynı yerden gelmişlerdi.

Erkeklerin her biri farklı mesleklerden; kızlar ise Torosların “henüz daha açmamış” nergis, kardelen yahut zifin çiçeklerinden seçilmişti.

Tam karşımızda, kaçan Rumlardan kalan ev bir şehit eşine verilmişti.

Her sabah ayni saatte iki küçük kızıyla çıkar, onları muhtemelen okullarına bıraktıktan sonra işine giderdi.

Şimdi 50’yi geçmiş olmalı o “kızcıklar…”

Muhtemelen torunları da vardır.

5 yaşındaki Mine’yi üç tekerlekli bisikletiyle evinden üç kilometre uzakta o sokağın başında yakalamış, kovalamıştım.

Aynı sokaklardan, aynı saatler ve dakikalarda hep aynı insanlar geçerdi. Caner öğlene kadar “mecburen” markete gönderilir, öğleden sonra da araba yıkatılırdı.

Selçuk Dayı bisikletiyle 8’i 5 geçe hafif gülümseyerek selam verip işine giderdi.

Kuruyemişçi Osman Gezer mahkemelerin köşesinde saat hep yedide hazırdı.

Resa’nın kayık pastalarının, Minnoşun çöreklerinin, Mamulcüoğlu’nun Şammali’sinin, Pilavuna’ların, Pastellilerin sokağa, sokağın hangi köşesine çıkacağı saatler hep belliydi.

Hoca Dayı Simit helvası, Mehmet Dayı Sulu Muhallebi, Ahmet Dayı Sandviçi aynı saatte aynı köşede satarlar; Boyacı Rauf boya sandığını 8’de bankanın karşı köşesine mutlaka götürmüş olurdu.

Sadece yürüyenler değil, karşıdan arabayla gelenler de selamlaşırlardı. Çünkü görünen renk ve modeldeki arabanın kime ait olduğu hep akıllardaydı.

Arabanın plakası ezbere bilinirdi.

O arabanın arka koltuğunda hangi saatte kimin oturduğu/oturacağı herkes tarafından bilinirdi.

Evler ve bahçeler mütevazi idi. Afra tafra, şatafat, şöhret, gösteriş merakı henüz yerleşmemişti.

“Bir zamanlar evlere su satan satıcıların el arabasıydım,
Makas bileyicisinin bisikleti, hellimcinin hasır sepetiydim,
Gül yaprağı kurusuydum bir zamanlar mektupların arasına konan,
Aynalı’nın okuduğu destanlarda Hasanbulliler’dim; gez’dim, göz’düm, arpacık’tım,
Dolmakalemdim,
Annemin aydınlık elleri, asma yeşili gözleriydim; sevgilimin kalbiydim bir zamanlar…
Bir zamanlar Kıbrıs’tım; doğuda esen doğulu bir rüzgar…” diyor Ahmet Okan.
Şimdi yürürken eğer karşıdan biri geliyorsa insanlar yön değiştiriyor, yer yoksa başını öne eğip hızlı adımlarla geçmeye çalışıyor.
Kimse kimseyi tanımıyor.
1571’dekinin tam aksine, önüne gelenin sorgusuz sualsiz girdiği bir ülke oldu artık.
Kimliksiz, kişiliksiz, yüzer/gezer takımı dolu sokaklar.
“ ‘İş’ ve ‘ticaret’in de şekli-şemaili değişmiştir. Lefkoşa sokaklarında ‘dilenci’ veya ‘mendilci çocuklar’ yoktur. Rumların yapmadığı işleri her sabah güneye geçen ‘kıprıslıtürkler’, KKTC’lilerin yapmadığı işleri de Türkiye’den gelen ve istenmeyen yerleşikler yapmaktadır.
2008 ‘kuzey’inin her kenti arasındaki ücra dağbaşlarında onlarca gece klübü, her kentinde bir sürü ‘casino’, her sokağında at ve köpeklerin koştuğu betofisler vardır”.
Sokaklarda artık Afrikaca yahut Mezopotamyaca konuşuluyor.
Yabancı “öğrenciler” iki çeşit; ya Kerkük plakalı son model lüks spor arabalarıyla dolaşıyor yahut “koyu” renkleriyle bankamatiklerde günde beş saat vakit geçirip, koyu renkli paralarının rengini beyazlaştırıyor.
Hepsi “öğrenci”.
“Kim ne derse desin ben Kıbrıs’ın 1975 ilkbaharını çok severim, en fazla severim. Harekât’tan, 75 ilkbaharına kadar olan zaman Kıbrıs’ın en nostaljik çağıdır. Rum’dan kurtulunmuştur, eziyet ve cefa yılları geride kalmıştır, üstelik gelecek de umut doludur. 80’li yılların hayal kırıklıklarına daha çok vardır…”
“Köfteci Mehmet’in dükkânında sadece köfte bulunur. Köfteye köfte deyince de kızar.. Ona göre yaptığı, ‘et kıyması’dır. Mehmet her gün belli sayıda köfte yapar. Sabah 10’a kadar siparişlerinizi vermeniz icap eder. Yoksa öğlen iş çıkışında gidip bir köfte yiyeyim derseniz, aç kalırsınız. Öğleden sonra 2 sıralarında da malzemesi ve işi biter Mehmet’in.
Akşamları ise o salaş, süflî, ilkel dükkân hatırlı(!) müşteriler için kapatılır(!).
Biz gittiğimizde, önce gelenler tahta, muşamba kaplı büyük masanın etrafına oturmuş, faslı girizgâhta idiler. Eski ve kirli masa usuleten ve lütfen silinmişti. Köşede, ocağa açılan pencereden Mehmet’in başı göründü, usuleten ve lütfen üstelik olanca nemrutluğu ile ‘hoş geldiniz’ diye mırıldandı…”
“Eski Lefkoşa’yı pek severim.
Dar sokaklar, herkese ve herşeye daima tepeden bakan hurmalar, onların gölgesindeki; mimarı ve eski sahipleri meçhul sarı taş binalar hep ilgimi çeker.
Kuytularda, tenhalarda gizli kıvrımlar, kıvrımların köşelerinde eski dönemlerin izlerini ararım.
Sabah kahvemi, kahve saatinde Suriçi’nde içmeye özen gösteririm.
Selimiye ile Bedesten’in arasından sessizce geçerseniz, âniden bir vahada bulursunuz kendinizi. Yüksek ağaçların altında serin örtülü masalar, hasır sandalyeler.
Dünyadan öylesine uzak, öylesine ayrı ve farklı..
Ama Bedesten’i öyle hemen geçmeyin. Geçmeyin de Hanyayı-Konyayı; Lefkoşa’nın nasıl eskidiğini, eskitildiğini anlayın”. .
“Büyük Han” mı kaldı şimdi?
Kaldı mı?
“Lâpta’da balkona oturulur. Lâpta’da evin ikinci katındaki balkon, bir ömür demektir. Baharda hemen iki yandaki incirlerin bir günde yahut belki de birkaç saatte, yapraklandığını; etraftaki, en çok da Dr. Hasan Bey’in bahçesindeki altıntopların bir gecede sapsarı açtığını fark eder, şaşırırsınız.
Bu sene, önce Çamlıbel’den Geçitköy’e inerken yolun iki tarafındaki tepelerde gördük o sarı, top top diken, çalı çiçeklerini. Hemen ardından, köyde – kentte yolların iki yanında ebegümeçlerinin fışkırdığını fark ettik, bir Pazar sabahı da balkonda mahmurluğumuzu, Akdeniz’i içimize çekerek gidermeye çalışırken baktık ki penceremizin önüne kadar uzanan incir dalı yaprağa duruvermiş…
Geçen sene baharı, şubat sonu Girne limanına lokantaların iskemle ve masalarını çıkarmaları ile fark etmiştik. Hiç yağışsız bir koca kıştan sonra yine şubat sonuna doğru, ebegümeçleri, her hafta sonu dağ-taş ağaçların altından yükselen mangal dumanları ve küçücük incir yaprakları ile geldi Kıbrıs’a bu sene bahar.”
“Her sene; kuş cıvıltıları, portakal çiçeği kokuları, ancak sabahları esen hafif rüyâ gibi bir rüzgâr, arabanın içine girer girmez kendini hissettirmeye başlayan sıcak bunaltıcı bir hava ve göz alabildiğine uzanan canlı yeşil hülyalarla gelir Kıbrıs’a bahar.
Vakit varken kuş cıvıltılarının keyfini çıkarmaya bakın. Nisan başından itibaren böcek azmanı binlerce zırzıro’nun dayanılmaz konseri sizi perişan edecektir.
Sıcak ile zırzıro’ların temposu arasında garip bir bağ var.. Havanın sıcaklığı arttıkça onların sesi de daha gür çıkıyor. Meselâ öğleden hemen sonra denizde iken başınızı suya bile soksanız, onların sesinden kaçıp kurtulabilmek mümkün olmuyor. Ve yine hayrettir o zırzırolar, deniz kenarlarını tercih eden, keyif bilir yaratıklardır. Meselâ Girne-Güzelyurt arasında Geçitköy’den hemen sonra bıçak gibi kesilir sesleri.
Ada küçüktür, İngiliz sömürge idaresi zamanında yapılan ve hâlâ kullanılmakta olan ama artık ihtiyaca kâfi gelmeyen yollar dar ve küçüktür fakat zırzırolar gibi küçük canlılar büyüktür. Meselâ saksı çiçeği olarak tanıdığımız kauçuk burada ev boyunu aşan kocaman bir ağaçtır. Yahut araba kullanırken ilerde yolun üzerinde kafasını yukarı kaldırıp gözlerini size diken, iri bir fare büyüklüğünde kertenkeleler görmeniz de gayet tabiîdir.
Ada sıcaktır. Yerliler günlük çarşı Pazar ihtiyaçlarını, Ocak-Şubat hariç, sabah 7.30-9.30 arası karşılayıp hemen eski taş evlerin loş serinliğine atarlar kendilerini. Yeni inşa edilen ev veya apartmanlarda ise mutlaka bir “air-condition” cihazına ihtiyaç vardır.
Akşamları ancak 10’dan sonra dışarı çıkılabilir. Girne – Güzelyurt ve Magosa’da o yapış yapış ağır ve nemli hava, gece yarısında bile nefes almanıza mâni olur. Sadece Lefkoşa’da akşam üstleri hafif bir esinti “oh” dedirtir, palmiyelerin yaprak ve dalları yükseklerde şöyle bir kıpırdanır”.
Eskiden böyleydi Kıbrıs…
Kıbrıs, baharlar, yaseminler ve 20 Temmuz’lar…
Yıllar…Kırkyedi yıllar.
Bunları okuduktan sonra Ercan’a iner inmez sakın etrafa o gözle bakmayın…
Göremezsiniz.
Kıbrıs’ın üzerinden silindir geçmiştir.

“1 Ağustos”a şunun şurasında 10 gün kalmış…
Bakalım hatırlayan çıkacak mı?

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
error: Uyarı: Korumalı içerik !!

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.