SEDAT ŞENERMEN

KUR’AN’DA TESBÎH VE TAKDÎS KAVRAMLARI IŞIĞINDA “DİYANETİN FETVASI”

1. Basında Diyanet İşleri Başkanlığının Fetvası

Diyanet’ten hayat pahalılığı fetvası: ‘Fiyatları tayin eden Allah’tır’ Diyanetin Din İşleri Yüksek Kurulu, fiyat artışlarının yaşandığı süreçte, “Ticarette kâr haddi var mı” sorusu üzerine verdiği fetvayı paylaştı. Paylaşımda, “Fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren Allah’tır” denildi. (GÜNCEL, 27.07.2022) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dini konulardaki en yüksek karar ve danışma organı olan Din İşleri Yüksek Kurulu, “Ticarette kâr haddi var mı” sorusuna “Fiyatları tayin eden Allah’tır” yanıtını verdi. Cumhuriyet’ten Sefa Uyar’ın haberine göre, “Ticarette kâr haddi var mı?” sorusu üzerine verilen fetvada, “İslam dininin, alım satım akitlerinde kesin bir kâr haddi koymadığı, bunu piyasa şartlarına bıraktığı” belirtildi. Ancak fetvada yer verilen bir hadis dikkat çekti. İlgili kısım ve hadis şöyle: “Konuyla ilgili olarak Allah resulü, fiyatlar artmaya başladığında kendisinden bu duruma müdahale etmesi istendiğinde şöyle buyurmuştur, ‘Şüphe yok ki fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır. Ben sizden herhangi birinin malına ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle o kimsenin hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem.” ‘Öte yandan fetvada, piyasada suiistimaller olduğu, karaborsacıların devreye girerek halkı mağdur ettikleri, özellikle halkın zaruri ihtiyaçları sayılabilecek mallarda aşırı fiyat artışları yaşandığı durumlarda, kamu otoritesinin fiyatlara müdahale etme yetkisinin olduğu vurgulandı.[1]

2. Allah’ı Tesbîh /Rabbin Yüce Adını Temize Çıkarmak İslam’ın Şartıdır,[2] Kadın-Erkek Herkese Farzdır

Oluşturup düzene koyan, ölçümlendirip sonra yol gösteren, otlağı çıkarıp sonra da onu kapkara bir sel atığı hâline getiren Rabbinin yüce adını temize çıkar (sebbih isme Rabbike’l-a’lâ).” (A‘lâ/1-5)

A‘lâ/1-5. ayetlerde, Rabbimizin bazı sıfatları ile birlikte O’nun yüce adının tesbÎh edilmesini bildiren bir buyruk vardır:

Rabbinin yüce adını temize çıkar (sebbih).

A‘lâ/1. ayette geçen “tesbîh” kelimesi sözlükte, “hava veya suda hareket etmek, geçip gitmek, yüzerek uzaklara gitmek” anlamına gelen “s-b-h” kökünden türemiş bir sözcüktür. Kur’an’da, “Allah’ı, O’na yakışmayan şeylerden uzak tutmak, Allah’ı yüceltmek, O’nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu iyi kavramak ve bunu her vesile ile ilan etmek” (ayrıca bkz. Kalem/29) anlamında kullanıldığı bilinmektedir.

Tesbîh”, en özlü ifadeyle, “yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak” demektir. Bu nedenle; “Tesbîh”in Ebu Hüreyre’den gelen ve namazlardan sonra otuz üç kere “Sübhanellah” demeyi öneren rivayet de dâhil, otuz üçlük veya doksan dokuzluk imameli tespihlerle Allah’ın adının tekrarlanmasıyla herhangi bir ilgisi yoktur.

İsmin Tesbîhi: Bir ismi “tesbîh” etmek (noksanlıklardan uzak tutup yüceltmek) demek, aslında o ismin sahibinitesbîh” etmek demektir. Çünkü bir ismin sahibinin yüceliği ve kutsallığı, o ismin yüceliği ve arınmışlığı ile ifade edilir. Yani, ismin tesbih edilmesinden amaç, kendisine yakışmayan isim ve sıfatların Rabbimizden uzak tutulması ve adına sürülmüş karaların temizlenmesidir.[3]

İlk dönem Kur’an bilimcilerinden olan Zemahşeri, ismin tesbîhini şöyle açıklar: “Yüce Allah’ın ismini tesbîh etmek demek, Allah hakkında doğru olmayan sıfatları O’na yakıştırmak ve Allah’ı bir şeye benzetmek gibi, onun isimlerini inkâr etmeye götüren manalardan onu uzak tutmak, o ismi hafife almak ve saygı dışında bir amaçla anmaktan sakınmaktır.” [4]

Kur’an’ın indiği dönemde Araplar arasında:

Meleklerin Allah’ın kızları olduğu,

Üzeyir’in ve İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu,

Bazı melek ve putların Allah’a yaklaştırıcı /şefaatçi olduğu,

Cinler ile Allah arasında bir nesep /soy bağı ilişkisi bulunduğu gibi yanlış ve saçma inanışlar yaygındı.[5]

O günden sonra hatta günümüzde de Allah adına, cahiliye döneminnin binlerce katı, Kur’an’da olmayan birçok görüş ve anlayış, fetvalar İslam coğrafyasında uydurulmuştur. Bu nedenle; “Yüce Allah’ın isminin tesbîhi” buyruğu ile yapılması gereken, bu tarz inançları, fetvaları yansıtan isim ve sıfatların Rabbimizin isim ve sıfatları arasından derhal çıkartılıp atılmasıdır.

3. Allah’ın Yüce Adını Tesbîh Edip Yüceltmek Tevhît İnancının Temelini Oluşturur

Rabbinin yüce adını temize çıkar (sebbih /tesbîh et).

A’lâ/1. ayette yer alan tesbîh buyruğu, “noksan sıfatlardan O’nun adını uzak tutmak, yüceltmek” anlamına geldiğine işaret etmiştik (Ayrıca bkz. Bakara/30; İsrâ/44). İlgili ayetlerde Allah’ın yüce adını tesbîh edip yüceltmenin tevhît inancının temelini oluşturmakta olduğunu öğreniyoruz.  

Allah’ın yüceler yücesi olduğunu kabullenmek, O’na şirk koşmamak, O’na denk bir tanrı tanımamak demektir.[6] Bir bakıma Şûrâ/11’de yer alan şu ifadeye işaret edilmektedir: “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur.”

Ebû Müslim bu ayette yer alan “ism” sözcüğünün Yüce Allah’ın bütün adlarını kapsamına aldığını A‘râf/180. ayeti delil getirerek açıklamaktadır:  “En güzel isimler Allah’a aittir. Allah’a o güzel isimlerle dua edin.”

A’lâ/1. ayetin sonunda yer alan el-a’lâ, Vâkı’a/96 ve Hâkka/de yer alan: “O halde, ulu (azîm) Rabbinin adını tesbîh et” buyruğundaki el-azîmin yerine geçmektedir. Bu ayetler o surelerin sonunda yer alırken, A’lâ suresinde ilk ayette yer almaktadır.   Vâkı’a ve Hâkka surelerinde Yüce Allah önce yaptıklarını anlatıyor, ardından tesbîh edilmesini ve yüceltilmesini emrediyor. A‘lâ suresinde ise önce tesbîh edilmesini, ardından neler yaptığını gündeme getiriyor.

4. Yerde, Gökte Olanlar, Melekler Allah’ı Tesbîh ve Takdîs Ederler

Ve bir zaman Rabbin, doğadaki güçlere, “Şüphesiz Ben, yeryüzünde bir halîfe getiren Zatım” demişti. Doğadaki güçler, “Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi yapacaksın? Oysa biz, Senin övgünle birlikte tüm noksanlıklardan arındırıyoruz  ve Senin tertemiz; her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olduğunu haykırıyoruz” demişlerdi. Senin Rabbin, “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim” demişti.” (Bakara/30)

Bu ayette konu edilen kavramlardan biri, tesbîh kavramıdır. Yü­ce Allah, Hadîd/1. ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Yerde ve gökte olanlar, Allah’ı tesbîh etmektedirler. Allah, mülkünde gâlip, yaptığı işlerde hikmet sahibidir.”

Tesbîh kavramının, “yüzmek, noksan sıfatlardan uzak tutmak” mana­sını ifade ettiğini biliyoruz. Yâsîn/40’da tesbîh kavramı “yüzmek” anlamına gelmektedir: “Ne güneş aya, ne de ay güneşe kavuşabilir. Gece de gün­düzü geçemez. Hepsi bir yörüngede yüzerler.”

Uzaydaki gezegenlerin hareket tarzını ‘tesbîh’ olarak nitelendiren bu ayet gibi, Hadîd/1. ayeti de onların hareket tarzını ‘ibadet’ olarak nitelendirmektedir. Gezegenlerin hareketi, bir amaca yönelik ola­rak gerçekleştiği için ibadet olmaktadır. Demek ki aynı amaç ve aynı niyet, yapılan hareketi, eylemi, ameli, ibadete dönüştürmektedir. Saygıdeğer Elçi Muhammed (a.s) niyet ile amel arasındaki bu ilişkiye şöyle işaret buyurmuştur: “Ameller niyetlere göredir.”

Gök cisimlerinin hareket halinde olması, ayette ‘tesbîh’ olarak ifa­desini bulmaktadır. Fakat yerdekiler nasıl tesbîh etmektedir? Bilindiği gibi, maddenin en küçük parçası olan atomun içindeki elektronlar, çekirdeğin etrafında dönerler; onlar da hareket halindedirler. Bu hareket tarzı, hacda bizim Kâ‘be’nin etrafında dönmemizi andırır. Benzetmek gerekir­se tesbîh de böyledir. Öyleyse, hacda Kâbe’yi tavaf etmemiz bir tesbîhtir; Bakara/76’daki taşınibadet etmesi’nin izahı da bu olabilir Ayetteki taşın hareketi, ondaki elektronların hareketini ifade etmektedir Bu hareket, dairevî dönüşü temsil eder. İşte, yeryüzündeki canlı ve can­sız her şey, tesbîh ibadetini yerine getirmektedir. Aslında, cansız dediği­miz maddede de hareket vardır. Can olmasaydı, ondaki bu hareket nasıl gerçekleşebilirdi? İsrâ/44. ayetine baktığımızda, bu anlamı çıkar­mamız mümkün olacaktır. Yedi gök ve yerin, ayrıca onlarda bulunnan bütün varlıkların Allah’ı hamd ile tesbîh ettiğini söyleyen ayet, bizim bu tesbîhi anlayamayacağımızı da belirtmektedir. İşte tesbîh ibadeti, maddenin atom-altı boyutu olmaktadır. Aynı tesbîh ibadeti, insanın iç dünyasında da olmaktadır. İnsan için aklın önemini, aynı benzetme ile ifade edebiliriz. Akıl, insanın düşünce ve eylemlerinin merkezi durumundadır. Bütün yeteneklerimiz duygularımız, isteklerimiz, inançlarımız, onun etrafında dönmektedir. Atomun bünyesinden elektron, nötron ve protonları koparıp ayırırsanız, onun dengesini, düzenini bozarsınız ve neticece atom infilâk edip, her şeyi tahrip eder. İnsanın bütün özelliklerini akıldan ayırdığınızda, o insan da infilâk etmekte, toplumun düzenini bozmaktadır. insanların tahripkârlığı, bozgunculuğu, hep iç dünyasındaki akıl düzeninin bozulmasının ürünüdür.[7]

İnsan, Allah’a Doğru Nasıl Yol Alacaktır?

Tesbîh’in “yüzmek” manasından hareket edersek, şu gerçeği de yakalamamız mümkündür: Tesbîh, beşerî limandan kalkıp, İlâhî limana doğru yol almaktır. Geminin bir limandan hareket edip diğer bir limana varmak için yüzdüğü gibi; insan da tesbîhle, beşerî alandan çıkıp İlâhî âleme doğru yol almaktadır.

İnsan, beşerî limandan hareket ederek İlâhî limana, yani Allah’a doğru nasıl yol alacaktır? Nefis limanından ayrılıp akıl limanına doğru yol almak, psikolojik, yani akılla yapılacak zihinsel tesbîhtir. Kötülüğü emreden (emmare) nefse bağlı kalanlar, yani iblis egemen kişiler beşerî limandan asla ayrılamayacaklardır. Çünkü emmare nefis, insanı daima yere, maddeye doğru çekecek ve oradan ayrılmasına izin/fırsat vermeyecektir. A‘raf/176. ayeti, emmare nefsin/iblisin bu yüceliğe nasıl mani olduğuna işaret etmektedir:

Dileseydik, insanı bu ayetlerle yüceltirdik. Fakat o, yere çakılı kaldı ve nefsin arzusuna uydu. Bu adamın durumu, köpeğin durumuna benzer. Üzerine vardığında dilini çıkarıp solur; üzerine gitmesen de yine solur. Ayetlerimizi yalanlayanların hali işte böyledir. Sen, durumu inanmayanlara anlat. Umulur ki, düşünürler” (A‘râf/176).

Bu ayetten şu ilkeleri çıkarabiliriz:

(a) İnsanı beşerî limandan alıp Allah’a yüceltecek olan güç, O’nun ayetleridir. Kur’an’ın ayetleri iyi/doğru anlaşılıp, yaşama uygulandığında, insanın zihinsel yapısında öylesine bir güç oluşturmaktadır ki, onu beşerî  limandan alarak ilâhî limana götürüp yüceltmektedir.

(b) İnsan bu ayetlere sırtını dönünce, yere çakılı kalıyor. Yere çakılı kalmak, beşerî limandan ayrılmak için demir alamamak ve hareket edememek demektir. Böylece, yüceler âlemine doğru ilerlemesini engelliyor ve bunun neticesinde de nefsin hevâ ve hevesine tâbi oluyor kişi. Kötülüğü emreden (emmare) nefis/iblis limanından demir alamayan insanın, aklıselim limanına varması mümkün değildir.

(c) Ayetlere sırtını dönüp yere çakılan, hevâ ve heveslerine uyan insan, bu haliyle hayvanlaşmaktadır. Öylesine ki, nefsin ülkesine selim aklı sokmamak için, köpek gibi havlıyor. Böylece, insanın manevî ülkesinin kaptanı olan aklı, nefis denen gemiye almayarak, geminin batışını hazırlamaktadır.

(d) İnsanı yüceltecek ve geriletecek olan şeylerin, insanlara öğretilmesi gerekir. İnsanların düşüncesini hedef alan bu öğretim, zamanla beşerî limandan o geminin demir almasını sağlayabilir.

Aklıselim’le mantıklı, sistematik düşünme olmadan, tesbîh ibadeti gerçekleştirilemez. Âl-i İmran/79. ayeti, eğitim ve öğretim vasıtasıyla insanın rabbânîleşeceğine işaret etmektedir. “Öğrenmekte ve ders alıp vermekte olduğunuz kitapla rabbânîleşiniz” diyen Allah, Kur’an’ı uygulayanların Allah’a mensup, yani ilahi terbiye almış kimseler olacağı müjdesini vermektedir. Demek ki tesbîh, aynı zamanda bir eğitim ve öğretim işidir; yani insanı beşerî âlemden ilâhî makama götürecek olan kitabın eğitim ve öğretiminin etkinliğidir.[8] 

Tesbîh, Gözlem, Deney Ve Delil İle Allah’ın Varlığını Anlama İbadetidir

Yol almak, yüzmek” manası ile tesbîh, başka bir oluşumu da
vurgulamış olmaktadır. Bu da gözlem ve delil ile Allah’ın varlığını anlama ibadetidir. Gökte ve yerde bulunan bütün varlıkların Allah’ı tesbih etmesinin anlamı, o varlıkların var olması; Allah’ın kudretinin delili ve varlığının ispatı olmasıdır. Bir eserin varlığının, o eserin yapıcısının var olduğuna delil oluşturması gibi; kâinatın tümü, Allah’ın varlığına delil olmaktadır ve bunun adı da tesbîhtir. Kâinattaki varlıkları gözleyebilen insanın aklı öylesine bir yol alıyor ki, neticede Allah’a varıyor. Kâinatın esrarengiz yapısı, insanın aklını alıp Allah’a götürüyor. İşte bu götürüş, tesbîh olmaktadır. Tesbîh ibadetinde, doğanın yasalarını araştırmakla dini araştırmak, aynı manayı ifade etmekte ve aynı değeri taşımaktadır. Doğanın yasalannı yaratan da Allah, dini gönderen de Allah’tır. Her ikisini araştırmak, ibadet yönünden aynı değeri taşımaktadır. Kâinatın fizik­sel, kimyasal kanunlarını araştırmak da bir ibadettir ve bu araştırma Allah tarafından farz kılınmıştır. Kâinatı inceleyen bütün bilim dalları, eğer o kanunların arkasındaki İlâhî kudreti görüyorlarsa, bu bir tesbîhtir. Çünkü o kanunlar, insanın aklını Allah’a götürmektedirler.

Bir sperm ile yumurtanın döllenmesi ile meydana gelen insan vü­cudunun hücre ve organ yapısının esrarengiz sırlarını inceleyenler, ora­daki âhenk ve dengeden hareket ederek Allah’ın varlığına ve kudretine varırlarsa, onlar Allah’ı tesbih ediyorlar demektir. İnsan aklı Allah’a varsa da varmasa da, varlıkların kendi var oluşları Allah’ı tesbîh etmektedir. Varlıkların üzerinde düşünerek Allah’a ulaşmak, bir tesbîh ibadetidir. Öyleyse düşünme, hareket halinde olan bir eylemdir; bu eylem hem aklın ürünüdür ve hem de aklı Allah’a götüren bir ameldir. Bu manalar­dan hareket edip, şu gerçeği yakalayabiliriz: Öğretim faaliyeti, evreni incelemeye fırsat verdiği ve onun üzerinde düşündürüp Allah’a götürdü­ğü müddetçe, bir ibadettir.

Aynı şekilde, İlâhî öğreti de dış dünyadaki ayetleri, yani kanunları ve insanın içindeki delilleri, insana öğretmektedir. Onları öğreterek insa­nı gerçeğe götürmeye çalışmaktadır. Dış dünyadan ve insandan yola çıka­rak gerçeğe ulaşma şeklinde cereyan eden ilâhî öğretimi kendi beşeri öğretimimize model olarak aldığımızda, öğretimi ibadete çevirmiş ve böyle yapmakla da Allah’ı tesbîh etmiş oluruz. Bu durum, Fussılet/53’te şöyle beyan edilmektedir: “Biz onlara dış âlemdeki ve kendi içlerindeki ayetlerimizi göstereceğiz /öğreteceğiz ki, elçinin söylediklerinin hak olduğu onlar için ortaya çıkmış olsun.” Demek ki, Hakk’a ulaşmak için bilimsel araştırmalardan hareket eden insan, aklını etkin bir şekilde kullanmakla, tesbîh ibadetini gerçekleştirmiş olmaktadır.[9]

5. Kur’an’da Takdîs

Bakara/30. ayette yer alan diğer sözcük, takdîs kelimesidir. Fiil ola­rak kullanıldığında takdîs “mübarek olmak, temiz olmak, günahtan te­mizlenmek, vakfetmek, yüceltmek” manalarına gelir.

Tesbîh ve takdîs kavramları arasında fark vardır.

* Tesbîh, “Allah’ı noksan sıfatlardan, yani O’na yakışmayan niteliklerden tenzih etmek /arındırmak /temizlemek”;

* Takdîs ise, “Allah’ı olumlu ve yalnız O’nun lâyık olduğu güzel sıfatlarla anmak”tır. Bunun en güzel örneğini İhlâs suresinde, bir arada görmekteyiz:

De ki: “O Rab, bir tek olan (parçalara bölünmeyen) Allah’tır,

Samed olan (yani varlığını hiçbir şeye muhtaç olmadan sürdüren) Allah’tır.”(İhlâs/1-2)

Allah’ın bir’liği ve her şeyden müstağnîliği (hiçbir varlığa muhtaç olmayıp, tüm varlıkların Kendisine muhtaç olduğu), olumlu ve O’na yakışan sıfatlarıdır. Yüceler Yücesi Allah’ın böyle olumlu sıfatlarla anılması, O’nun takdîs edilmesi demektir.  

Doğurmamış ve doğurulmamıştır.

Ve hiçbir şey O’na:  sadece O’na denk olmamıştır.” (İhlâs/3-4)

Allah’ı “doğurmadı, doğmadı ve dengi yok” gibi olumsuz, yani O’na yakışmayan sıfatlardan uzak tutarak anmak da tesbîhdir. Demek ki İhlâs suresinin ilk iki ayeti, Allah’ın olumlu sıfatlarını nitelediği için takdîs; son iki ayeti de, ne olmadığını belirlediği için tesbîh olmaktadır.[10]

Özetle, Allah’ı olumlu sıfatlarıyla anmaya takdîs, olumsuz, yani olmadıklarıyla anmaya da tesbîh denmektedir. Böylece İhlâs suresini anadilinde manasını anlayarak okuyan insan, hem takdîs, ve hem de tesbîh yapmış olmaktadır.

6. Kişiye /Topluma İsabet Eden Musibet Kendi Eylemleri Sonucudur

Ve size musibetten isabet eden şeyler, işte kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. O (Allah) da çoğunu affediyor.”

Ve siz yeryüzünde âciz bırakıcılar değilsiniz. Ve sizin, Allah’ın astlarından, bir yakınınız yoktur, yardımcınız da yoktur.” (Şûrâ/30-31)

Bu ayetlerde, insanın lehinde veya aleyhinde tecelli eden tüm olayların onun bizzat kendi fiillerinin birer sonucu olduğu; bunlardan bir bölümünün Rabbimiz tarafından giderildiği, affedildiği vurgulanmaktadır.

Daha sonra hiç kimsenin Allah’a karşı duramayacağı, Allah’tan başka gerçek veli’nin (yardım eden, yol, gösteren, aydınlatan ve koruyan bir yakının) olmadığı bir kez daha anımsatılmaktadır.

Şûrâ/30’daki başa gelen felâketleri bu dünyadaki felâketler olarak düşünebiliriz. Yüce Allah, insana /topluma zulüm yapmayacağına göre, musibetlerin nedeni, insanların kendi yaptıklarıdır. Yüce Allah sebep-sonuç ilişkisi içerisinde konuya açıklık getirmektedir. Fe bimâ kesebet /kendi yapıp ettikleri ifadesindeki harfi, sebep bildirmektedir. Demek ki insanın yapıp ettikleri sebep, felâketler ve musibetler de sonuçtur. Kötü kararlar/uygulamalar, önümüze felâketler olarak gelmektedir. Demek ki felâketleri Allah değil, bizler oluşturuyoruz.[11]

7. İYİLİK ALLAH’TAN, Kişi Veya Topluma İsabet Eden Kötülük Kendindendir

Sana iyilikten-güzellikten isabet etmiş olan şeyler, işte Allah’tandır. Sana kötülükten isabet etmiş olan şeyler de senin kendindendir. Ve Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik. İyi bir tanık olarak da Allah yeter.” (Nisâ/79)

Kötülük, yaratıkların yapıp ettiklerinden kaynaklanmaktadır, ama yaratıcısı Allah’tır.

Kötülüğün kaynağında ve merkezinde insan,

Yaratma boyutunda Allah vardır. Onun için Yüce Allah, insanın /toplumun başına gelen her belânın odağında insanın bizzat kendisinin olduğunu söylemektedir. Felak/2. ayetinde, “O’nun yarattıklarının şerrinden” şeklinde yer alırken, şerrin insanlardan geldiğini net bir şekilde açıklanmaktadır.

Değerli Bilim İnsanı Prof.Dr. Hilmi Özden Bey, Çamlimanı Akademi Derneği’nin internet platformunda yayımlanan “Maturidi (853-944) ve Atatürk (1881-1938) Aklın Işığında Diyanet Fetvası (2022)” başlıklı yazısında konunun bu yönüyle ilgili olarak Büyük Türk Bilgini Matüridi’den delil getirerek şöyle demektedir:     

Matüridi fiillerin yaratıcısının Allah ve bu fiilleri gerçekleştirmenin ise insanın kendisi olduğuna dair birçok ayeti örnek vermiştir. Bunlardan biri: “Zilzal/ 7-8. ayetleridir: 

Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükafatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir [12]

Matüridi tarafından ileri sürülen delillere göre bir fiilin varlık alanına çıkmasında biri Allah’a diğeri de insana ait olmak üzere mana yönünden birbirinden farklı iki yön bulunmaktadır Bu yönlerden birini yaratmak (halk) diğerini ise yapmak olarak (kesb-çalışıp kazanmak) adlandıran Matüridi, Allah’ın, fiillerin yaratıcısı olduğunu; insanların da onları yapan olduğunu belirterek sadece Allah’a değil, aynı zamanda insana da hakikat manasında fiilin kime özgün kılınması gerektiğini tespit etmeye çalışmıştır.[13] Matüridi’nin irade kavramına bakışı Kitabu’t- Tevhîd adlı eserinde açıklanmaktadır:  Matüridi’ye göre irade genel olarak dört temel manayı içermektedir.

Bunlardan ilki bir işin bir şeyin olmasını dilemek, istemek, temenni etmek ve arzulamaktır.

İkincisi birilerinin bir şeyi yerine getirmesini emretmek ya da birilerini bir şey yapmaya davet etmektir.

Üçüncüsü rıza göstermek benimsemek razı olmak demektir.

Sonuncusu da eylemi gerçekleştirenin unutma, gaflet, yenilgi ve baskı altında tutulmadığını beyan etmektir.

8. Allah’ın Elçisi Muhammed’in (a.s) Kur’an’a Aykırı Bir Söylemi Olabilir Mi Hiç?

Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu (Kur’an’ı) kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.” (Yûnus/15)

Eğer Elçi/Muhammed, bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle O’ndan tüm gücünü alırdık. Sonra O’ndan can damarını kesinlikle keserdik. Artık sizden hiç biriniz O’na siper de olamazdınız.” (Hâkkah/44-47)

Müslümanlar güncel yaşadıkları dinin mahiyetini sorgulamak zorundadır. Çünkü Yüce Allah, kadın-erkek her kişiyi ahrette Kur’an’a göre Kur’an’dan sorgulayacağını ilgili ayette şöyle açıklamaktadır:

Öyleyse sen, sana vahyedilene sarıl. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin.”

Ve şüphesiz sana vahyedilen (Kur’an), senin için de, toplumun için de gerçekten bir öğüttür/şan-şereftir siz ondan sorgulanacaksınız.” (Zuhruf/43-44)

Durum böyle iken yüzyıllardır çoğunlukla insanlar dinini, inancını sorgulamadı; Allah’ın indirdiği dini mi yaşıyorlar, yoksa birilerinin uydurduğu/uydurttuğu dini mi yaşıyorlar umurlarında bile olmadı.

Dinin yozlaştırılmasının; içerisine binlerce hurafenin girmesini; kültürün, geleneklerin, mezheplerin, meşreplerin dinleşmesinin birçok yöntemi var. Ama bunların en etkinleri, iki yoldur:

* Birincisi, Müslümanların çeşitli yollarla Kur’an’dan uzaklaştırılmalarıdır. Örneğin, Yüce Allah’ın “manasını herkes anlasın, öğüt alsın diye kolaylaştırdığı” (Kamer/17,22,32,40) Kur’an’ı herkesin anlayamayacağı, Kur’an’ın yetersizliği, Kur’an’ın anlaşılmasının ve yaşanılmasının hadislere muhtaçlığı benimsenmiştir.

* İkincisi, Elçi Muhammed’in (a.s) dindeki yerinin yanlış kabul edilmesidir. Kur’an’dan uzaklaştırılmış toplumlara Elçi Muhammed (a.s) malzeme yapılarak yalan ve yanlışı yerleştirmek kolay olmuştur.[14]

Toplumlarda akletme, aklını işleterek selimleştirme hareketi başlayınca doğal olarak Allah, elçi, din konuları da sorgulanmaya başladı. İşte bu noktada din, dinin kaynağı da sorgulanmaya başladı. Dinin kaynağının sadece Allah (Kur’an, vahiy) olduğu Kur’an’da görülünce bu kez elçi, elçilerin dindeki konumu da gündeme düştü. Sorgulama başladı ve genişledi.

Görüldü ki, dinde, elçi Allah’tan da öne geçirilmiş, yaşanan din Allah’tan çok, elçiye ait bir din olmuştu. Ama bir şey daha dikkat çekiyordu; Allah’ın Elçisi Muhammed’in döneminde din, sadece Allah kaynaklı iken ve Elçi de vahye uyan, uygulayan bir kimse iken, yüzyıllar sonra rivayetlerle Elçi, dinin ortağı yapılmakta dinde şâri (şeriat koyucu) kılınmaktadır.

Sonuç: Saygıdeğer Dostlar. Diyanetin fetvasını yukardan beri sıraladığımız Kur’an ayetleri ışığında değerlendirmek ve hüküm vermek Size ait oluyor. Buyrunuz karar Sizlerindir.  

Açıklama ve kaynaklar:

[1] Prof.Dr. Hilmi ÖZDEN, MATURİDİ (853-944) ve ATATÜRK (1881-1938) AKLIN IŞIĞINDA DİYANET FETVASI (2022), 30 Temmuz 2022, ÇAMLİMANI AKADEMİ DERNEĞİ internet gazetesi; 

Ayrıca bkz. https://www.birgun.net/haber/diyanet-ten-hayat-pahaliligi-fetvasi-fiyatlari-tayin-eden-allah-tir-396777   

https://www.yenisafak.com/gundem/cumhuriyet-gazetesi-diyanetin-hadisi-serife-dayandirarak-yaptigi-

[2] Kur’an’a göre “İslam Dininin Şartları” sadece beş değildir. Yüce Allah’ın Kur’an’daki tüm buyruk ve yasakları her biri İslam’ın birer şartı kapsamındadır. Bkz. Prof.Dr. Gazi ÖZDEMİR, İslâm’ın Şartı Sadece 5 Değil, İstanbul, 2014, Şira Yayınları; Kâmil Hayati AYDIN, İslâm’ın Şartı Beş Mi?, İstanbul, 2017, İrfan Yayınları.

[3], [5] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.1, s.182, 183.

[4] Bkz. Cârullah ZEMAHŞERİ; el-Keşşâf.

[6] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, İstanbul, 2007, c. 21, s.60.

[7], [8], [9] [10] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, İstanbul, 2013, 4.Basım, c. 1, s.302; 303,304,305.

[11] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, İstanbul, 2007, c.17, s.231.

[12] Harun IŞIK, Maturidi’de İnsan Özgürlüğü, Araştırma Yayınları, Ankara, 2013, s.102’den aktaran: Prof.Dr. Hilmi ÖZDEN, MATURİDİ (853-944) ve ATATÜRK (1881-1938) AKLIN IŞIĞINDA DİYANET FETVASI (2022), 30 Temmuz 2022.

[13] Bkz. Harun IŞIK, a.g.e., s.105. MATURİDİ; Kitabü’t-Tevhid, s.294; MATURİDİ; Tevilatü’l-Kur’an, cilt 2, s.173, 336, 371.

[14] Hakkı YILMAZ, Kur’an Işığında Hâlis Din ve Dinde Elçilerin Yeri, İzmir, 2018, 3.Baskı, s.8.

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
error: Uyarı: Korumalı içerik !!

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.