Adana tarihsel açıdan zengin bir kent. Tarihsel varsıllığı kültürüne de yansıyor.
Dünyada ilk yerleşim yerlerinden biri olan Adana binlerce yıldır adı değişmeyen tek kent olarak da ayrı bir yere ve öneme sahip.
Neolitik atalarımızdan sonra Luviler, Hititler, Romalılar, Araplar, Ermeniler Adana’nın kültürüne birer tuğla koymuşlar, bu güzel ve özel kenti insanlığın tarihsel ve kültürel gelişiminin tüm izlerini bünyesinde barındıran bir dünya kenti haline getirmişler.
Kenti yöneten siyasiler her nedense bu kültürel zenginliğin de, bu zenginliği yaratan ya da yeniden gün yüzüne çıkaranlara karşı hep duyarsız kalmışlardır. Adana’nın tarihine damga vuran kişiler o eski hemşehrilerimizi bugünkü hemşehrilerine tanıtacak, kentin binlerce yıllık geçmişini bugünlere ve geleceğe taşıyacak birer heykellerini dikmeyi nedense akıl edemediler. Kendin kavşaklarına ucube karpuz ve yunus heykellerini layık görenler, kente damgasını vuran o güzel insanları görmezden geldiler.
Elbette daha çok isim vardır ama ben bugün üç kişiden bahsedeceğim.
Birincisi
Livia Agusta..
Roma İmparatorluğunun ilk kraliçesi.
Livia Agusta hiç Adana’ya gelmeden kente büyük bir hizmet yapmış..
Hani, bir zamanlar, dönemin belediye başkanı Aytaç Durak, kentin kuzeye taşınması gerektiğini söyler, kent planlamasından ve estetiğinden yoksun, yeşil Adana’yı beton yığınına çevirdiği “Kuzey Adana” projesi var ya; işte o projenin, yani Adana’nın kuzeye taşınması projesini ilk hayata geçiren kişi Roma halkının tanrıça unvanı verdiği Livia Agusta.
Adana’nın Roma’daki hamisi olan, kraliçeliğinin yanında kral naibi olarak da görev yapan Livia Agusta, Adana’nın kuzeyinde döneminin en gelişmiş yerleşim yerini kurduruyor. Binlerce kişlik tiyatrosu, sütunlu geniş caddeleri, tapınakları, nekropolü ile adeta yeni bir Adana yaratıyor. Tabii, bu güzel kent için üzerinde resmi olan özel sikke bastırmayı da ihmal etmiyor. Agusta’nın kurduğu yeni yerleşim alanı çok canlı bir kente dönüşüyor. Yani. Tıpkı bugünkü Özal ve Menderes bulvarları, Güzelyalı gibi.. Kentin o dinamik ve mutlu havası fresklerde ölümsüzleştiriliyor.
M.Ö. 2. Yılda kurulduğu tahmin edilen kent, M.S. 10. yüzyılda islam orduları tarafından ele geçilen kent büyük tahribata uğrasa da varlığını M.S. 460’lı yıllara kadar sürdürmüştü. Gübe, Karaömerli Menekşe köyleri arasındaki bölgede kurulmuş kent, 1955 yılında Seyhan Baraj Gölünün altında kaldı. Gaziantep Zeugma ve Hasankeyf’in sular altında kalacakları zaman gürültü koparanlar, ortalığı ayağa kaldıranlar Adana’nın hamisi güzel kraliçenin güzel kenti sulara gömülürken sessizce izlemişlerdi. Zeugma ve Hasankef’deki yapıtları kurtarmak için seferber olan Devlet, Agusta için sadece 10 günlük bir sür tanımıştı. Arkeolog Mahmut Akok, o on günlük sürede kenti incelemiş, planlarını çizmiş, kurtarabildiği az sayıda eseri de Adana Müzesine teslim etmişti.
Antik kentte araştırma yapması için sadece 10 günü olan Arkeolog Mahmut Akok ,bu süre içinde zengin bir yerleşim yeri olduğu anlaşılan antik kentin, “kuzey -güney ve kuzeybatı yönlerine 1000×1500 uzunlukta olduğunu ,kale surları ile çevrili bulunduğunu her biri 5,40 metre boyundaki mermer sütunlu yolla ,62 metre çapında oturum alanı olan açık hava tiyatrosuna sahip olduğunu” tespit etti. Arkeolog Akok ayrıca ” 3.37 metre aralıklarla dizilen sütunların süslemeli başlarını , su deposunu , su kanallarını , hamam, ev banyo odalarını ,mermer ve kesme taşlardan üretilmiş 7 bina kalıntısını ,şehrin kuzey yamacında nekropolü (mezarlık) ve buradaki sandık mezarları ,oda tipi ve pişmiş topraktan yapılma (sarkofajlı) mezarları” ortaya çıkartıp görüntüledi, antık kentin ve mamur eserlerinin ayrıntılı krokilerini çizdirdi.
Adana turizmi açısından büyük bir talihsizlik olarak nitelendirebileceğimiz araştırmanın,geç kalınmışlığının yaşattığı burukluk , Arkeolog Mahmut Akok’un raporlarına şöyle yansımış:
” Seyhan Barajının göllemiş olduğu sahada kalan kalan ve bazı mütehassıs seyyahlarca Augusta Antik Kenti olduğu beyan edilen örenin tetkikini ,Maarif Vekaleti Eski Eserler ve Müzeler Umum Müdürlüğü bize havale etmişti.Sahaya suyun koyuverilmesinden 10 gün kadar evvel ,yani 5-15/9/1955 tarihleri arasında mahallinde bir inceleme yaptık.Bu ören Adana şehrinden 25 km doğuda ve Seyhan Nehri’nin şimale uzanan kollarından biriyle ,Kuruçay Vadisinin birleştiği kısımda ve çayın hasıl ettiği terasanın yarımada şekline girmiş bir düzlüğünde bulunmakta idi. Bugün bunlardan Karaömerli Köyü’nün bir kısmı gölün kenarında kalmıştır, Gübe Köyü ise (Antik kentin bulunduğu bölge) sular altındadır.”
Şimdi söyleyin, Adana’ya, kenti binlerce yıl önce kuzeye taşıyan, döneminin en güzel kentlerinden birini yaratan Livia Agusta’nın heykeli Adana’ya yakışmaz mı?
İtalya’da, Fransa’da, Ispanya’da heykelleri varken hamisi olduğu Adana’da olmaması bence büyük bir ayıp.
Örneğin Menderes’de Seyhan Baraj Gölüne bakan bir Livia Agusta heykeli güzel olmaz mı?
İkinci heykeli dikilesice kişi, bilim insanı, Arkeolog Halet Çambel..
Adana’daki Hitit eserlerini birbir gün yüzüne çıkaran, Tepebağ’da ilk kazıyı gerçekleştiren, Hititçenin okunmasının sağlayan, onlarca yıl süren kazılarıyla Adana’nın tarihine ışık tutan Halet Çambel’in Taşköprü önündeki kavşağın ortasına eliyle Tepebağ’ı işaret ettiği bir heykelinin dikilmesi ne güzel olurdu.
Üçüncü heykeli dikilesice ise Mimar Semih Rüstem. Birçoğumuz, Atatürk Bulvarından defalarca önünden geçtiğimiz Semih Rüstem’in eseri iki konağın farkında bile değiliz belki de. Belki Semih Rüstem adını bile duymayan çok kişi vardır.
Semih Rüstem aslında İstanbullu. Gençlik yıllarında Macar Turan Cemiyeti’nin dikkatini çekiyor ve Cemiyet tarafından 200 öğrenci ile birlikte Macaristan’a götürülerek, Budapeşte’de mimarlık eğitimi alması sağlanıyor. Macaristan yıllarında Macar Turan Cemiyeti bünyesindeki Turan Haber Ajansı’nda da görev alararak, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’na ne kadar haklı olduğunu Avrupa’ya anlatıyor. Birlikte eğitim aldığı Macar Turancı mimarlarla birlikte Türkiye’deki eserleri inceliyorlar ve Avrupa’nın uygarlığı Yunan ile başlatmasına karşı çıkıyorlar. Semih Rüstem ve Macar Turancı mimarlar, mimaride Yunan olduğu iddia edilen birçok ögenin aslında Türk mimarisinin özellikleri olduğunu kanıtlıyorlar.
Semih Rüstem, eğitimini tamamlamasının ardından Macar eşi ile birlikte Türkiye’de dönüyor ve Atatürk’ün başlattığı “Birinci Ulusal Mimari Akımı”nın önemli figürlerinden birisi oluyor.
İstanbul ve Ankara’da çalışmalar yapmasına karşın, birinci ulusal mimari akımı kapsamında en önemli eserlerini Adana’da gerçekleştiriyor.
1930 yılında tasarladığı Adana Belediye Mezbahası 1832 yılında tamamlanıyor. Atatürk, tesis gezdikten sonra “buraya Kanara adı çok yakışır” deyince, tesis adı “Kanara” oluyor. Adanalılar hala kanara derler.
Semih Rüstem o iki yılda ayrıca o zamanlar adı İstasyon Caddesi ve Asfalt Cadde olan bugünkü Atatürk Bulvarı’nda Sait Bey Evi, Dişçi Şevket Bey, İsmail Hakkı Bey Evi ile kendisi için Semih Rüstem Evi’ni ve Mersin Türkiye İş Bankası binasını tasarlıyor. Sonraki yıllarda, Dişçi Şevket Bey Evi ile İsmail Hakkı Bey evi yıkılarak yerine apartman dikiliyor. Sait Bey Evi ve Semih Rüstem Evi ise günümüzde dimdik ayakta, “Semih Rüstem” adını taşıyan bir iş merkezi tarafından sarmalansa, o iş merkezinin ögeleri de olsalar Birinci Ulusal Mimari üslubunu yansıtmaya devam ediyorlar.
Adana’ya Atatürk’ün mimarlık anlayışını getiren Semih Rüstem’in bir heykeli, hemen biraz ilerdeki kavşağı ya da eserlerinin arasını süslese fena mı olur?